Boran'ın Anlatımı
Geceydi. Fırtına öncesi bir sessizlik gibi ağırdı hava. Yanı başımda olması gereken kadın yoktu. Hazal…
Odanın boşluğu, nefesimi boğazıma düğümlemişti. İçimde kötü bir his vardı. Elim silahıma gitmeden önce kalbime gitti; çünkü asıl kurşun, ruhuma sıkılmıştı.
"Gitmiş."
O kelime, beynimde yankılanırken yüreğimden bir şeyler koptu. Kapının ardında, benim düşmanımın safına adım atmıştı. Ve bunu kendi iradesiyle yapmıştı.
Damarlarımda dolaşan öfke, kanımı yakıyordu. Ama en kötüsü… en zehirli olanı… kırgınlıktı. Onu korumak için ateşlerin içinden geçmiştim, kan dökmüştüm. Onun gözyaşını silmek için kendi ellerimle gölgeleri boğmuştum.
Ve o, beni bırakıp en karanlık gölgelere koşmuştu.
Masamın kenarına vurdum. Ahşap çatladı, ama içimdeki öfke kırılmadı. Gözlerim karardı.
— "Demek böyle, Hazal…" dedim fısıltıyla.
Sesim kendi kulağıma bile tanıdık gelmedi. Çünkü öfkeyle aşk birleşince insan başka birine dönüşüyordu.
Sadakatim vardı. Aşkım vardı. Ama şimdi ihanetin zehri damarlarıma işledi.
Düşmanımın yüzünü gözlerimin önüne getirdim. O pis herif, beni kurşunla vuramadı belki ama, kalbimin en zayıf noktasını ele geçirdi. Hazal'ı…
Ve Hazal da izin verdi.
Kendime yemin ettim.
"Onu geri alacağım. Gerekirse kanla, gerekirse ateşle. Ama önce…"
Önce düşmanımı dizlerinin üstüne çöktüreceğim.
Pencereden dışarı baktım. Şehrin ışıkları bile bana karanlık görünüyordu. İçimde yankılanan tek cümle vardı:
"Beni sırtımdan değil, kalbimden vurdun Hazal."
Ama hâlâ… evet hâlâ, onu istiyordum. İşte bu benim en büyük lanetimdi.
---