Illyria'nın gri göğü altında, iki siluet, Ateşin Kalbi'nin kavurduğu topraklardan uzaklaşıyordu. Her adım, çatlamış zeminde yankılanıyor, etrafa saçılmış siyah taşlara çarpıp sessizliği deliyordu. Sere, bir an durup arkasına baktı. Ufukta, tapınağın yükselen dumanı, gökyüzüne karışan bir anıt gibiydi.
"Hiç bitmeyecekmiş gibi geliyor," diye fısıldadı, sesi hâlâ o sınavın yorgunluğuyla ağırdı.
Moaito, adımlarını kesmeden cevap verdi: "Her şey biter. Sadece izi kalır." Bakışları, önlerinde uzanıp giden bilinmezliğe dikiliydi.
Yol, tahmin ettiklerinden daha engebeli çıktı. Ateşin Damarı'nın kıyısındaki toprak, bir devin sırtındaki yara izleri gibi çatlaklarla doluydu. Dikenli, solgun mor sarmaşıklar bu çatlaklardan fışkırmış, ilerlemelerini zorlaştırıyordu. Sere, bir taşa takılıp sendeledi. Dengelerini kaybetmeden önce, Moaito'nun soğuk, sert bileğini hissetti. Temas sadece bir an sürdü, ama Sere'nin içinde garip bir güven duygusu uyandırdı.
İlerledikçe, ormanın sesi değişti. Rüzgarın uğultusunun yerini, tanımlayamadıkları fısıltılar aldı. Taşların altından, toprağın derinliklerinden gelen bu sesler, bir ağıt gibiydi.
"Duymuyor musun?" diye sordu Sere, sesi gergin. "Sanki... birileri konuşuyor."
Moaito başını salladı. "Onlar insan değil. Dünyanın acısının yankıları. Dengenin bozulduğu her an, bu fısıltılara bir yenisi eklenir."
Sere, yol kenarındaki ölü bir ağacın gövdesine dokundu. Anında, zihninde bir görüntü çaktı: gülen bir kız çocuğu, elinde çiçekler... Sonra bir alev dili ve çığlık. Gözlerini dehşetle açtı, parmakları ağaç kabuğundan çekti.
"Bu neydi?" diye soludu.
"Geçmiş," dedi Moaito, yüz ifadesi değişmeden. "Sen her zaman duyabiliyordun, değil mi? Çocukken bile. Bu yüzden taş sana tepki verdi."
Sere cevap veremeden, bir çığlık sesiyle irkildiler. Ama bu, ruhani bir fısıltı değil, fiziksel ve yakındı. Yer, ayaklarının altında titremeye başladı. Sere'nin tam altındaki toprak çöktü ve karanlık bir boşluğa yuvarlandı. Aşağı düşerken tek düşünebildiği, Moaito'nun ona uzanan eli ve "Sere!" diyen sesiydi.
Kendini yumuşak, nemli toprakta buldu. Toz bulutu içinde öksürerek doğruldu. Yukarı baktığında, Moaito'nun zaten yanında olduğunu gördü. Onu kurtarmak için kendini de aşağı atmıştı.
"Delilik," diye mırıldandı Sere, kalbi hâlâ hızla çarparken.
"Gereklilik," diye düzeltti Moaito, etrafı gözleriyle tararken. "Burası... bir sığınak."
Mum ışığının titrek alevi, duvarları aydınlattı. Burası insan yapımıydı. Taş duvarlarda, binlerce yıllık çizimler vardı: birbirine dolanmış iki ışık, kökleri gökyüzüne, dalları yere uzanan devasa bir ağaç ve ağacın gölgesinde, yalnız duran bir insan figürü.
Sere, parmağıyla bir çizimi takip etti. "Bunlar... senin bahsettiğin şeyler mi? İlk büyücüler? Ma'at?"
"Belki de onların hikayesini bilenler," diye cevapladı Moaito. Sesi, bu kadim kalıntılar karşısında ilk kez bir merak tonu taşıyordu. "Belki de Naje halkının ataları."
Tam o sırada, Sere'nin cebindeki Eşiğin Taşı, loş bir ışıkla parladı. Sıcak değil, serin bir ışıktı bu. Taşı çıkardı ve ışığın, sığınağın en derin köşesindeki bir duvarı işaret ettiğini gördü.
Moaito yaklaştı. Elleriyle taşları yokladı ve gevşek birini buldu. Biraz zorlayınca, taş yerinden oynadı ve ardında, dar, karanlık bir tünel açıldı. İçeriden, nemli ve topraksı bir koku geliyordu.
"Görünüşe göre geçmiş," dedi Moaito, Sere'ye dönerek, "bize yeni bir yol sunuyor."
Meşalelerini yakıp, bu kadim tünelde ilerlemeye başladılar. Duvarlar, daha karmaşık yazıtlarla kaplıydı. Havada, zamanın ağırlığı vardı.
Ve önlerinde uzanmış bu kadim tünelin karanlığı, geçmişin sessiz bir tarihçesi gibi, içlerinde yankılanan sorulardan çok daha ağırdı.
