Cherreads

Chapter 7 - 7. Bölüm: Saf Niyetin İlk Adımı

Zaman, Kader Gölü'nün kıyısında donmuş, kristalleşmişti. Illyria'nın her yerine yayılan o bildik gri örtü, burada daha koyu, daha ağırdı; adeta gökyüzü simsiyah suya değmekten korkuyor, ondan bir karış yukarıda asılı duruyordu. Sessizlik bir madde gibiydi; havada asılı, nefes almayı zorlaştıran, kulak zarlarında basınç yapan somut bir varlık. Sere, ciğerlerine çektiği her havayı bir ihanet gibi hissediyor, bu kadim dinginliği bozmamak için nefesini tutuyor, sonra bir an için unutup derin bir nefes aldığında, sesin yokluğunun yarattığı vakumda boğulacakmış hissine kapılıyordu.

Önlerinde uzanan su, bir su kütlesinden ziyade, dünyanın bıçakla kesilmiş bir yarası gibiydi. O kadar düzdü, o kadar kusursuz siyahtı ki, üzerine düşen bulutları ve göğün gri tonlarını bir yeraltı dünyasının hayaleti gibi yansıtıyordu. Bu bir ayna değildi; bir mezardı. Ve uzakta, bu su mezarlığının kalbinde, yarı batık kule yükseliyordu. Taşları, suyun içinden bir devin kemikleri gibi fışkırıyor, üzerinde asırların yosunlarıyla kaplanmış halde, onları sessizce izliyor gibiydi.

"Hiç bitmeyecekmiş gibi," diye fısıldadı Sere, sesi bu ağır sessizlikte bir çakıl taşı gibi suya düşüp kayboldu.

Moaito, gözlerini kuleden ayırmadan, "Her şey biter," dedi, sesi saygıyla alçalmıştı. "Sadece izi kalır. Buranın izi ise, taşın ve suyun hafızasına kazınmış."

Sere, bir adım daha yaklaştı suya. Ayaklarının ucunda durdu ve aşağı, kendi yansımasına baktı. Ama bu, bir pınarın berrak sularında gördüğü yansıma değildi. Buradaki sureti, soluk, silik, gözlerinde tanımlayamadığı bir hüzünle ona bakan bir yabancıydı. İçini bir ürperti kapladı.

"Saf niyet..." diye mırıldandı, kelimeler dudaklarından düşer düşmez anlamını yitiriyor gibiydi. "Bu ne demek, Moaito? Nasıl emin olabilirim ki niyetim yeterince saf? Bu... bu benim için ne kadar büyük bir sözcük." İçinden bir ses, "Senin gibi sıradan, korkak biri için fazla büyük," diye fısıldıyordu.

Moaito nihayet başını çevirdi. Gözlerinde, okyanusların derinliklerinde yuvalanmış bir bilgelik vardı. "Bu, bir çocuğun masumiyeti değildir," diye başladı, her kelimeyi tartarak. "İyilik de değildir yalnızca. Saf niyet, bir alevin özünde yanan, en katıksız ısı gibidir. Benlikten, korkudan, kişisel hırstan, şüphenin en ufak tozundan dahi arınmış bir amaçtır. Yapmak zorunda olduğun için değil, varlığının yapmayı buyurduğu için attığın adımdır. Senin özün, senin en derindeki gerçeğinle uyum içinde olan bir eylemdir."

"Peki ya ben?" Sere'nin sesi, bu felsefi ağırlık karşısında daha da küçüldü. "Benim özümde ne var? Benim amacım ne? Seni takip etmek mi? Dünyayı kurtarmak mı? Bunlar... bunlar bana söylenen, bana dayatılan şeyler. Sanki bir oyunun içindeyim ve kuralları başkası yazmış. Kendi içimdeki o 'saf' şeyi nasıl bulacağım? Belki de onda yok!" İtirafı, kıyıdaki sessizliği delen ilk gerçek, çıplak sesti. Korkusunun ta kendisiydi.

Moaito'nun yüzünde bir yargı ya da hayal kırıklığı belirmedi. Sadece, taşımakta olduğu kadim yükün bir kısmını paylaşırcasına derin bir anlayışla baktı ona. "Sana söylenemez, Sere. Sadece bulunur. Ve bulduğunda, su sana yol verecektir. İnancını değil, özünü test edecek."

Derin, görünüşte sakin bir nefes aldı ve suya doğru ilk adımı attı.

Ayağının tabanı suyun yüzeyine değdiği an, siyah yüzey halkalar oluşturmadı. Bunun yerine, ayağının etrafında, içe doğru dönen koyu, yoğun bir girdap oluştu. Sanki her adımı, geçmişinin ağırlığını suya boşaltıyor, su da bu ağırlığı kabul ediyor ama onu taşımanın bedelini ödetiyordu. İkinci adımı daha da zordu. Bacağındaki kaslar gerilmiş, nefesi sıkışmıştı. Alnında, bu soğuk havada, ter damlacıkları belirdi. Su onu batırmıyordu, ama her adımda onu yargılıyor, içindeki karanlık köşeleri, sakladığı sırları, bin yıllık pişmanlıkları didik didik ediyordu. İlerliyordu, evet, ama her adımı bir işkence, bir iç hesaplaşmaydı. Göl, onun kadim ruhundaki çatlakları buluyor ve her birine basıyordu.

Sere, onu bu şekilde izlerken, kendi yansımasına döndü. Bu sefer, suret daha da netleşmiş, değişmişti. Artık soluk bir yabancı değil, annesinin hastane odasının kapısı önünde, korkudan titreyen, içeri girmeye cesaret edemeyen küçük bir kız gördü. O an, o kapıdan kaçışının, hayatındaki her kaçışın, her vazgeçişin, her "yapamam"ın temel taşı olduğunu hissetti. Moaito'yu takip edişi bile bir kaçıştı - kendi sıradan, acı dolu, sorumluluklarla dolu hayatından kaçış. Onun güçlü varlığına sığınmak, kendi kararlarının ağırlığından kurtulmaktı.

"Ben..." diye boğuk bir ses çıkardı, boğazı düğümlenmişti. "Ben buna hazır değilim." Gözlerini sudaki o küçük, çaresiz kızdan ayıramıyordu. O kız, onun özüydü. Korkunun ta kendisi.

Moaito, birkaç adım ötede, suyun üzerinde zorlukla durarak döndü. Yüzü gergindi, ama sesi şaşırtıcı derecede sabırlı ve yumuşaktı. "Hazır olduğunu hissetmeyi bekleme, Sere," dedi. "O his, belki de asla gelmeyecek. Beklemek, sadece korkunun seni kemirmesine izin vermektir. Sadece karar ver. Doğru ya da yanlış, saf ya da değil. Sadece ver."

Tam o sırada, gölün derinliklerinden bir şey yükseldi. Bir ses veya bir görüntü değil, bir anının ta kendisi, saf ve arındırılmamış bir duygu yumağıydı. Sere'nin zihnini, direnme şansı tanımadan ele geçirdi.

İlaç ve dezenfektan kokusu. Beyaz, soğuk duvarlar. Bir kapı. Ve o kapının ardında, soluk, güçsüz bir el. Sere, eşikte, ayaklarına beton dökülmüş gibi. İçeri girmek, o odanın, o son anın gerçekliğiyle yüzleşmek... İmkansız. Korku, çığ gibi büyüyor içinde. Sadece ölüm korkusu değil, çok daha acımasızı: çaresizlik korkusu. Orada durup, hiçbir şey yapamamanın, sadece izlemenin ezici ağırlığı. Kalbi göğüs kafesinden fırlayacak gibi atıyor. Ve sonra... bedeni zihninden önce hareket ediyor. Dönüyor. Ayakları onu koridorun diğer ucuna, uzaklara, güvenli yalnızlığına doğru taşıyor. Koşuyor. Kaçıyor. Her şeyden kaçıyor.

"Hayır!" Sere'nin çığlığı, gölün statik sessizliğini cam gibi kırdı. Artık kendi yansımasına değil, kendi geçmişine, kendi ihanetine haykırıyordu. Gözlerinden, yıllardır tuttuğu öfke ve acı dolu yaşlar boşandı, yanaklarından süzülüp aşağıdaki susuz suya düşmeden buharlaşıyordu.

"YETER!" diye bağırdı, sesi gölün üzerinde çarpıp geri dönüyor, katlanarak büyüyordu. "O gün kaçtım! Korktum! Ve bu korku... bu iğrenç, bu alçak korku her adımımı, her düşüncemi, her nefesimi zehirledi! Seni takip ediyorum çünkü yine kaçıyorum! Kendi kararlarımı almaktan, kendi hayatımın, kendi kaderimin sorumluluğunu üstlenmekten kaçıyorum! Bu kadar basit! Bu kadar iğrenç ve basit!"

Nefes nefese kaldı, göğsü inip kalkarak. Dizlerinin üstüne çökmüştü, artık sudaki yansımasına bakmıyordu. İçine, o küçük kızın hâlâ yaşadığı yere bakıyordu. Yumruklarını sıkmış, tırnakları avuçlarını deliyordu.

"Ama artık yeter," diye fısıldadı, sesi şimdi yırtıcı, çelikten bir sakinlikle dolu. "Benim amacım bu değil. Benim amacım... korkumu yenmek. Sadece bu. Başka bir şey değil. Seni takip etmemin, bu dengenin bir parçası olmamın tek gerçek, tek saf sebebi bu. Kendim için... o küçük kızın, bir daha asla arkasına bakmadan, bir daha asla yüreği ağzında koşmadan, bir daha asla kendinden kaçmaması için!"

Bu son sözcükler ağzından döküldüğünde, içinde bir şey kırıldı. Bir zincir. Bir pranga. Omuzlarından görünmez bir yük düştü. Yerinden kalktı. Bacakları hâlâ titriyordu, ama bu sefer güçsüzlükten değil, özgürleşmenin verdiği bir titremeydi. Yavaşça suya baktı.

Sudaki yansıması değişmişti. Küçük kız gitmişti. Yerine, gözlerinde yaşların izi, yüzünde henüz kurumamış gözyaşları olan, ama bakışları artık kaçmayan, dik duran bir kadın vardı. Gözlerinde bir ateş yanıyor, yüzünde ise derin, kazanılmış bir huzur vardı. Korkusuz değildi, ama korkusunu kabul etmiş ve onun üstüne yürüyordu. Saf, arınmış bir niyeti vardı: Kendi olmak.

Hiç tereddüt etmeden, bir adım attı.

Ayağı, suyun yüzeyine değdi. Moaito'nunkinin aksine, su hafif, berrak, neredeyse sevinçli bir halka oluşturdu ve onu kusursuz bir şekilde taşıdı. Batmadı. Ağırlık yoktu. Sadece... kabul. İkinci adım daha da hafifti, daha da doğaldı. Suyun üzerinde, korkunç bir düşüş ya da büyük bir zafer beklentisi olmadan, sadece yürüyordu. Sanki hayatı boyunca bu siyah zeminin üzerinde yürümüş gibiydi.

Moaito, bu dönüşümü izliyordu. Bin yıllık yükün altında ezilmiş, kadim bir varlığın gözleriyle, bu "sıradan" insanın bir anlık cesaret ve katıksız samimiyetle ulaştığı arınmışlığa bakıyordu. Kendi yolunun, disiplin, güç ve sonsuz bir azmin acılı yolu olduğunu biliyordu. Ama bu... bu farklıydı. Bu, bir kalbin kendi karanlığını kabul edip, onu bir ışık kaynağına dönüştürmesiydi. Yüzündeki ifade şaşkınlık, derin bir saygı ve içinde yankılanan sessiz bir hayranlıkla doluydu. İçinde, belki de yüzyıllardır ilk kez, gerçek bir umut ışığı yandı. Belki de denge, onun gibi mükemmel bir aracın değil, Sere gibi kusurlu bir insanın kusursuz bir anına ihtiyaç duyuyordu.

Sere, birkaç adım ilerledi ve durdu. Arkasına, hâlâ kendi ağır sınavıyla boğuşan Moaito'ya baktı. Gözlerinde artık korku ya da şüphe yoktu, sadece sakin bir davet vardı.

Moaito, derin bir nefes aldı. Sere'nin arınmışlığı, ona da dokunmuş gibiydi. Suyun üzerinde ona doğru yürüdü. Bu sefer, adımları biraz daha hafif, suyun direnci biraz daha azdı. Geçmişinin gölgeleri hâlâ vardı, ama artık onları taşımak zorunda olmadığını hatırlatan bir ışık da vardı. Sere'nin yanına geldiğinde, ona baktı. O her zamanki mağrur, mesafeli Muhafız değildi. Daha insani bir şeydi.

"Gidelim mi?" diye sordu Sere, sesi suyun yüzeyi kadar sakin ve kararlı.

Moaito, kelimelere dökemeyeceği bir minnet ve yeni başlayan bir inançla sadece başını salladı.

Ve o an Moaito anladı; dengenin anahtarının bin yıllık bir mirasta, kadim bir güçte veya kusursuz bir planda değil, bir kalbin bir anlık saf, çıplak ve yürek paralayan kararında saklı olabileceğini.

Birlikte, bilinmezliğe doğru yürümeye başladılar.

More Chapters