BÖLÜM- SULAR HALA BULANIK
"Siz istediğiniz kadar onarmaya çalışın, çatlak yine çatlaktır…" -Mahatma Gandhi
"Bu işle Mavi ilgilenecek. Biliyorsun, sarışınları sever. Bu yüzden bu işe girişti." Maya hafifçe gülümsemeyi başardı. Telefonun sesini açarak duyulmasını sağladı.
"Belki benim için de iyi bir iş bulabilir. Sektöre girmek çok zor." Mavi onu uzaklaştırmak zorundaydı. Odanın öbür ucundaki valizi işaret ederek aramayı kapatması gerektiğini anlattı.
"Direkt para istemez misin Maya?" Maya valize yaklaşıp fermuarını yavaşça açtı. İçinde düzgün desteler halinde sıralanmış bir yığın Türk Lirası vardı. 500 Milyon; bu, genç bir kadına yeter ve artardı. Bugünlerde insanları satın almak ne kadar kolay, diye düşündü Mavi. Dünyada artık her ilişki menfaat üzerine kuruluydu. Her şeyinizi takas edebilirdiniz, tam anlamıyla her şeyi. Bir sandık altını, lüks bir üniteyi, bedenlerini... Küçükten büyüğe. Bulup çıkaracak yeteneği olanlar için fırsat, her yerdeydi. Maya paraya bakarak dikiliyordu ama gözlerindeki sevinç dolu bir bakış değildi. Bu, daha çok tiksinti dolu bir bakıştı. Fermuarı çekti ve başı öne eğik bir halde durdu. Mavi, parmaklarını Maya'nın sarı saçlarının arasından geçirdi. Susturuculu otomatiğin namlusunu kaldırdı ve beynine iki kurşun sıktı. Kan ve beyin parçaları karşıdaki duvara sıçradı. Maya düşerken sandalyeyi devirerek yüzüstü yere yığıldı. Valiz gürültüyle halının üstüne düştü. Mavi, valizi kan birikintisi ulaşmadan kaldırdı. Kenarına insan dokuları bulaşmıştı. Banyoya ilerledi; üstündeki lekeleri önce tuvalet kâğıdıyla sildi, sonrasında suyla temizledi. Odaya döndüğünde kan gölü genişlemiş, diğer halıyı kaplamıştı. Yere eğildi ve dudaklarını birbirine bastırdı. "Zavallı bebeğim…" diye mırıldandı, sıcak nefesi Maya'nın saçlarında dolaşırken. "Canavarlık, değil mi?" Oldukça haz almış bir halde gülerek başını sağa sola esnetti. Maya'ya tekrar baktığında yüzünde öyle acımasız bir ifade vardı ki gözleriyle vurmaya devam ediyordu. Her kirpik kırpışı bir kurşun. Kırmızı ruju dudaklarında kurumuştu. Diliyle dudaklarını ıslatarak kahkaha attı. ''Sıradaki…''
İşinin bittiğinden ve arkasında hiç delil bırakmadığından emin olmak için gözlerini odada gezdirdi. Yerde yuvarlanan şarap şişesini alma isteği uyandı içinde fakat vazgeçti. Maya'nın alkolünü niçin aldığına dair açıklama yapması gerekecekti ve Mavi soru sorulmasından nefret ederdi. Sıkıştırılmaktan, cevap verme zorunluluğu hissetmekten ve meraktan. Daireden çıkıp asansöre bindi ve oldukça sakin adımlarla binadan çıktı. Arkadaşı arabada onu bekliyordu. Mavi direksiyona geçerken ona baktı; gözlerindeki sorular apaçıktı.
"Evraklar tamam mı?" diye sordu.
"Evet, hepsi."
Açelya küçükken annesi, gününün en fazla geçtiği kırmızı koltuğa oturur, suratına koca bir gülümseme yerleştirir, gözleri elindeki kronometre ile kendi rekorunu kırmayla uğraşan kızı arasında gidip gelirdi. Hafta sonu gelene dek bunu Türkçe öğretmenine kanıtlamak istiyordu. Altmış saniyede çok kelime okuyabildiğini, okurken anlamlandırabildiğini, algıları yönünde hareketlerini. Annesinin başındaki nöbetinin onun odağını kesmemesi onun ne denli hırslı olduğunu ve bundan sonrasında azimli olacağını gösterebiliyordu. Annesi küçük kızıyla gurur duyardı.
Şimdi anlayamıyorum, dedi Açelya. Kendiyle konuşuyordu, sözcükler dudaklarından dökülmemiş fakat çoktan ruhuna karışmıştı. Bir sayfa kitabı, bir paragrafı, bir cümleyi yedi kez okuyorum. Anlayamıyorum. Bir noktada hırsım geride kalabiliyor ve bundan nefret ediyorum. Geçen yazlardan birinde, arkadaşlarımla tahta banka oturmuş sohbet ediyorduk. Leyla demişti ki, sence hayatın film yapılmaya değer mi, bunu hiç düşünmemiştim.
Metro tünellerinde kalan evsizler hayatını nasıl sürdürebiliyor, köşe başındaki çiçekçilerin sattığı çiçekler kimlerin evini, odasını ve hatta kalbini süslüyor, evinin balkonundan sarkan teyzeler kimin yolunu gözlüyor, bankta uyuyan kimsesiz adam rüyasında ne görüyor, genelde sahil kenarlarında çalan amatör müzisyenler o gün kazandığı para ile karnını doyurabiliyor mu, yan yana oturan bir çiftin ilk buluşması mı son buluşması mı, balık tutan bir amca tuttuğu balıkları kimle yiyecek, trafikte kalmış bir aracın içindeki şoför nereye yetişmeye çalışıyor, hayatımızın her alanında bizi görebilecek insanlar da acaba bizim bunları düşündüğümüz gibi bizi merak ediyor mu, bize bakarak ne hissettiğimizi, nereye gideceğimizi düşünüyor mu. Aynı şehirde farklı insanların bambaşka hikâyeleri, her karışta bir yaşam öyküsü. En ücra köşelerde bile bir yaşam olması çok tuhaf hissettirmiyor mu? Yolda karşından gelmekte olan bir kadın belki dün bir ölüm haberi aldı? Nişan yüzüğünü attı ya da aldatıldı. Belki yanından geçen herhangi bir çocuk eve varamadan hayatını kaybedecek. Yokuş aşağı arabasını süren bir hurdacı, şehrin yaşadığının kanıtı değil de ne. Penceresinden çıkardığı vileda ile camlarını temizleyen kadının o günün akşamında torunları mı gelecek. Gece yarısı çıplak sesle bağıran bozacıyı duyduğumuzda demiyor muyuz, hayallere pat diye ulaşmak var mı? Her insanın konuşmaya değer cümleleri var. Benim de. Evet, hayatım film yapılmaya değer.
Özellikle abimin kanatlarını üstümde hissettiğim zamanları arttırırsak gişe rekorları kırardı. Tüketiciye sunulacak bir üretim yapılacaksa bunun en temel kurallarından biri insanların merhametine oynamaktı. Medya trajediye bayılırdı, seyirci de. Pekâlâ, eklenmesi gereken diğer nokta da Pars'ın ne kadar iyi oynadığı, seviyor gibi yapıp kandırdığı yıllarım. Aşk… Aşk her zaman tutar.
Perdeyi araladığı an güneş ışınları odayı o kadar aydınlattı ki adeta tanrısal bir ışığa benziyordu. Bu sabah işe gitmeden önce akşam yemeğini hazırlayacaktı. Geç döndüğünde elini kaldıracak hali kalmıyordu ve dışarıdan söylemekten sıkılmıştı. Ev yemeği istiyordu, dumanı tüten tazecik sulu yemekleri. Ahşap parkelerden kırmızı pelüş terliklerinin temposu geliyordu kulaklarına. Tak, tak, tak, tak. Mutfağa geçtiğinde kollarını sıvayarak saçlarını topladı. Önlüğünü başından geçirerek saniyelerce belinin arkasında iplerini bağlamaya uğraştı. Alt çekmecelerden birinden düdüklü tenceresini çıkarıp ocağa yerleştirdi. O bunun huyuydu, her şeyden önce yemeği yapacağı tava ve tencereyi hazırlardı. Doğrama tahtasını bir bezin üzerine yerleştirdi kaymaması adına. Keskin bir bıçak aldı ve soğan kutusundan bir adet soğan çıkarttı. Elindeki bıçak, doğrama tahtasında beceriksizce kayınca soğan küpleri tezgâhın üstünden yere yayıldı. Salonunda, babasının bangır bangır televizyon izlediğini hatırladı. O küçükken, ailesi ile yaşarken bir türlü ev gibi hissettirmeyen o evi anımsadı. O evde televizyon hep bağırırdı; bu yüzden Açelya ve annesi seslerini duyurmak için haykırmak zorunda kalırlardı. Osman Saraç'ın evinde bağırmazsanız sesinizi duyuramazdınız: basit bir diyalog bile, ateşli bir tartışma kadar gürültülü çıkardı. Elleri titreyerek doğradığı soğanları bir kaba aktardı. Yaşaran gözleri ile durmaksızın sarımsaklara giriştiğinde aklı Pars'ın son saçma konuşmasındaydı. Gözlerini sımsıkı kapattığında yanaklarına birçok gözyaşı düştü. Soğan mıydı onu ağlatan yoksa doğduğu; ama asla ona ev olamamış ailesinin yalan oluşundan doğan ironik durum mu. Ona inanmamıştı. Annesini çok seviyordu; ama yalnızca annesini. Abisi potansiyel bir katildi evet, her gün annesini döven, alkolden ağzı kokan ve absürt olaylara karışan babasını öldürmüş olsa dahi. Babası ise ortadaydı. Bırakmak istemediği tek kişi, annesiydi. Bunun için yalan olmasını istiyordu ki içten içe inanamıyordu da. Kanıt dahi sunsa buna inkârı bitmeyecekti. Pars, çıktı dudaklarından. Senden nefret ediyorum. O kadar mırıldanarak söylemişti ki kendi bile duymamıştı. Onun adını anmayı çok severdi, eskiden. Her şeyine bayılırdı. Durup öylece halıyı izleyişine dahi ellerini çenesine dayar hayranca bakardı.
Çok sevdiği bir dizide şöyle bir cümle geçiyordu:
"İnsana bildiği cehennem bilmediği cennetten daha güvenli gelir.''
Yanma hissi hafiflediğinde gözlerini açtı. Sarımsağın dişlerini ayırdı, bıçağın ucuyla kabuklarını ayıkladı. Aklında oluşan asılsız görüntülere engel olamıyordu. Şimdi biriyle birliktedir, dedi dişlerini sıkarak. Kadının evinde, belki de yatağında. Elindeki bıçağı doğrama tahtasına hızla vurunca sarımsağın her parçası ayrı yere dağıldı. Bıçak sekerek ayağının üstüne düştüğünde acıyla inledi. Yere oturdu, hüngür hüngür ağlamaya başladı. Hızlı solukları birbirini deli gibi kovalıyordu; o ise paramparça haldeydi. Ne düşüneceğini, ne yapacağını bilmiyordu.
''Aptal gibi kaldım burada. Hayatımın ortasına ettiler.'' Bağırışları binada, her katta yankı yapıyordu. ''Bir böcek gibiyim. Kimse beni sormadı. Herkes dışarıdan ne kadar güçlü durduğumla ilgilendi, iç dünyamı kim umursadı.'' Hıçkırıkları derin, acı ve boğuktu. İçinden atmak isteyip atamadığı, dilinin ucuna yuva yapmış tonla söz, tükürüğüne karışarak boğazından aşağı indi. Psikolojisi berbattı ve fiziksel acıyı bastırabiliyordu. Ayağının ne kadar kanadığını, halı kıpkırmızı olduğunda algıladı. Masadan tutunarak kalktı ve ilk yardım çantasını almak için banyoya ilerledi. Çantayı alıp salona geçerken aniden çalan kapı ile sıçradı ve elindeki çanta yere düştü. Nabzının hızlanışı ile elini kalbine götürdü. Delikten bakmadan yavaşça kapıyı açtı. Kahverengi oval gözlükleri, mavi kot pantolonu, omuzlarını saran beyaz tişörtü ve elindeki kalın dosyalarla bu kişi Pars'tan başkası değildi. Açelya'nın endişesini gördüğünde kaşlarını çattı. ''Açelya?'' Ayakkabılarını çıkarmak için yere eğildiğinde Açelya'nın kurumuş kanlı ayağını gördü.
Hızlıca içeri girdi; elindeki dosyaları portmantonun üstüne koyarak kapıyı kapattı ve aşağı eğildi. Ayağını tuttuğu an Açelya irkildi. Koluna girerek yavaşça koltuğa oturttu. ''Sana su getireyim mi, iyi misin?'' Açelya başını onaylarcasına aşağı yukarı salladı.
''İyiyim, bir sorun yok.''
Pars onu dinlemedi ve su almak için çöktüğü yerden doğrularak odadan çıktı. Su almak için mutfağa giderken yere düşmüş ilk yardım çantasını, halının bir kısmında kan lekesini, diğer kısmında dağılan sarımsak ve soğan parçalarını, yere düşmüş bıçağı, tezgâhın ucunda düşmek üzere olan doğrama tahtasını gördü. Gözbebekleri kocaman açıldı. Hızla bir bardağa su koyarak içeri ilerledi. Bardağı uzatıp, ''Bu evin hali ne, mutfakta savaş mı çıktı?'' dedi. Çantanın içinden sargı bezi, pamuk ve tentürdiyot çıkardı. İlk olarak yarayı temizlemeye başladı ama bir yandan da sorularına cevap bekliyordu.
''Ben… Yemek yapıyordum.''
''Yapamıyordun,'' diyerek lafını böldü Pars. Ardından Açelya'nın üstüne gittiğini anladığında dudaklarını birbirine bastırdı. ''Pardon.''
''O kadar.'' Sargı bezini sararken canını acıtmamaya çalışıyordu fakat yara göründüğünden daha büyüktü.
''Acırsa söyle.'' Açelya tahmin etmediği kadar doluydu ve kendini çok kötü hissediyordu. Onca şey göğüs kafesinde birikmiş, omuzlarına taşmıştı. Artık taşıyamıyordu. Gözleri öylesine dolmuştu ki burnunun ucundaki kişiyi net göremiyordu. Tutamadığı yaşlar yanaklarından aşağı bir bir süzüldü. Sanki her biri birbirini kovalıyordu; ama o Açelya'ydı. Kuyruğu dik tutmalıydı çünkü annesi ona her ne olursa olsun güçlü olmayı öğretmişti. Zaman zaman, ben güçlü olmak istemiyorum, dediği oluyordu ama o sesi susturup derin bir nefes alıyor; yola devam ediyordu.
''Nasıl oldu bu?'' Sakinlikle kanı temizleyen Pars pamuğu değiştirerek devam etti.
''Ben yemek yapıyordum.'' Burnunu çekerek elinin tersiyle yanaklarını sildi. İlişkileri boyunca da Açelya'nın ağladığını pek görmemişti Pars; fakat o an küçük bir çocukla konuşuyor gibi hissetti.
''Sonra ne oldu?''
''Sonra, bir şey olmadı. Yemek yaptım işte.'' Sesi titriyordu hala.
''Açelya, bak gözlerime.'' Parmaklarını çenesine koyarak kafasını kaldırdı ve gözleri birbirini buldu. ''Bana ne olduğunu anlatır mısın?''
''Bıçak…'' Hıçkırdı ve yutkundu. ''Bıçak ayağıma düştü.''
''Tamam.'' Pars sesli bir nefes verdi ve Açelya'nın ellerini tuttu. Bu hareket Açelya'yı etkilememişti; çünkü onun dalgın aklı bambaşka noktalara takılmış haldeydi. ''Her şeyi konuşacağız. Hem de keyifle, ağlamayacaksın, iyiyiz.'' Pars olduğu yerden kalktı. Mutfağa ilerleyecekken arkasına dönüp tekrardan Açelya'ya baktı. ''Bize kremalı makarna yapacağım, belli ki acıkmışsın.''
''Adliyeye geçeceğim, akşam için yapıyordum.''
''Aç mısın?'' Başını öne doğru eğerek sustu Açelya. Pars bir şeyler hazırlaması gerektiğini anlamıştı. Adım attıkça gıcırdayan tahta zeminde buzdolabının önüne vardı. Dolapta şarap olduğundan adı kadar emindi; çünkü Açelya'nın en sevdiği içki kırmızı şaraptı. Kafa dağıtmak istediğinde hafif seçim için birayı kullanabilirdi fakat onun evinde şarap olmak zorundaydı. Bu artık bir seçenek değil onun için zorunluluk haline gelmişti.
Tencerede kaynayan suyun içerisine penne makarnayı ağır ağır döktü. Buhar, mutfağın sıcak havasına karışırken metal kaşığın suya değdiğinde çıkardığı yankı, odada kısa süreli bir boşluk yarattı. Makarnanın haşlanmasını beklerken tezgâhın üzerindeki kremayı aldı ve sosunu hazırlamaya koyuldu. Dakikalar, hafif fokurtular eşliğinde ilerledi. Sonunda yemeği tabaklara paylaştırdı. Ardından, dolaptan çıkardığı soğuk şarabı ve rafın köşesinde duran iki ince uzun kadehi alarak salona geçti.
Açelya hâlâ öylece yere bakıyordu, gözleri bir noktaya sabitlenmiş, düşüncelerinin ağırlığıyla bedeni taş kesilmişti.
Masaya tabakları yerleştirirken elini Açelya'nın omzuna koydu. "Açelya?" Cevap alamamıştı. Parmaklarını Açelya'nın boynunda yavaşça gezdirmiş, çenesini okşamıştı. "Açıyorum?" diye yinelediğinde Açelya'nın kirpikleri ürkekçe kıpırdadı, bir an için nefes almayı unutmuş gibiydi. Ardından, sesi tüy gibi hafif; fakat içinde fırtınalar kopuyormuşçasına titrek çıktı.
"Açma."
Dudaklarından çıkan kelimeye kendisi bile inanmak istemedi ama çok geçti. Pars, şarabın mantarını çoktan açmıştı.
"Neden fikrini değiştirdin? Saliseler önce açtım," dedi kaşlarını hafifçe kaldırarak.
Açelya cevap vermedi. Onunla konuşmak, ona bakmak, şu an burada onunla aynı havayı solumak bile fazla geliyordu. Pars'ın varlığı, zihninde kapanmayan bir yara gibiydi. Son zamanlarda hep etrafındaydı, adımlarının gölgesi gibi. Onun ne yapmaya çalıştığını anlamıyordu; ama ona yaklaştıkça kendinden uzaklaştığını hissediyordu ve bu his, içini kemiren bir düğümdü.
İlk yudumu aldı. Sonra bir tane daha… Bir tane daha. Pars, ilk kadehini bitiremeden Açelya'nın kadehi boşalıp geri doluyordu. Birinci kadeh, ikinci ve üçüncü… Makarnaya dokunmamıştı bile. Masadaki canlı kalan tek şey kadehlerin boşalmasıydı. Derken diğer şarabın mantarını açtı Açelya. Pars'ın kaşları şaşkınlıkla yukarı kalktı. Evet, Açelya şarabı severdi ama…
Açelya'nın yanaklarından süzülen gözyaşı dudaklarına inerken yeni doldurduğu kadehinden bir yudum daha aldı. Şarabın buruk tadı, gözyaşının tuzuyla birbirine karıştı. Sertçe yutkundu, gözlerini sımsıkı kapattı. Aslında onun alkol almasına bile gerek yoktu; çünkü o, ayıkken bile sarhoş olmaya mahkûmdu.
Pars, yanlış bir şey yaptığını o an fark etti; ama artık ikinci şişenin yarısı tükenmişti. Açelya ağlıyordu ve hiç iyi değildi.
Oda ağır bir sessizliğe gömüldü. Açelya, makarnasına dokunmadan gözlerini halının desenlerine kilitlemişti. Pars ise ne yapacağını bilemeden çatalını bıraktı.
Kırk beş dakika…
Pars, penne'leri tek tek çatala geçirip ağır ağır ağzına götürürken Açelya halının çizgilerini kırk beş dakikada ezberledi.
"Pars, neden ben değil?"
Açelya'nın sesi, odanın üzerine çöken ağır sessizliği bıçak gibi yardı. Dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme vardı ama gözleri, söyleyemediklerinin ağırlığıyla gölgelenmişti. Bu soruyu sormak, onun için bir uçurumun kenarında durmak gibiydi. Ayık olsaydı, asla böyle bir adım atmazdı.
Pars başını yavaşça çevirdiğinde göz göze geldiler. O an, Açelya'nın içinde kopan fırtınayı hissetmemek imkânsızdı. Yanaklarından süzülen yaşlar çoktan kurumuştu ama içinde yankılanan hayal kırıklıkları tazeydi.
"Neden?"
Bunu söylerken sesi kırılmıştı. Küçük bir kahkaha attı; ama bu kahkaha neşeden çok acıyı örtmeye çalışan bir maskeydi. Boş kadehi masaya bıraktı, parmakları titreyerek şişeye uzandı. Tereddütsüz, doğrudan dudaklarına götürdü ve içindeki her şeyi yakıp geçmesini istercesine uzun bir yudum aldı.
Aniden ayağa kalktı, muhtemelen aklına bir şey gelmişti ama ayağının acısı ile ağzından acı bir inleme çıktı. Siktir. Sinirlenmişti, kendine mi? ''Neden sevmedin Pars?!''
''Ne?''
''O işte, o… Beni neden…'' Başını, koltuğa yasladığı kollarının üstüne koyarak Pars'ın gözlerinin içine baktı. Pars onun omzuna dokunduğu an onu hızlıca itti. ''Beni kullandın. Sen beni kullandın Pars.''
''Seni kullanmadım, seviyordum.''
''Seviyordun?'' dedi Açelya yalandan gülerek. Kalbi atmak için çok çabalıyordu.
''Açelya, sana yalan söylemiyorum.''
''Sen bana hep yalan söylüyorsun,'' diyerek tekrardan bağırdı. ''Sen sevmiyorsun seviyorum diyorsun, sen yemin ediyorsun yeminlerin yalan, sen son zamanlarda sürekli dibimdesin niçin anlayamıyorum, bana artık iyi hissettirmiyorsun, sürekli çevremdesin Pars.'' Durdu ve nefeslendi. Birkaç saniye yutkundu ve söylediklerini hazmetmeye çalıştı. ''Bir başkasını baştan aşağı süzüyor, arkanı döner dönmez benim gözlerime bakıyorsun. İstediğinin peşinden giderken beni arada kaynatmana izin vermem; çünkü ben artık senin seçebileceklerin listesinde yokum.''
''Açelya-''
''Şimdi o yalan dilin aileme uzanıyor. Ne zaman yaralandıysam çelme atmaktan hiç çekinmedin.''
''Onlar yalan değ-''
''Çık evimden! Bundan sonra sadece iş, artık hayatım hakkında konuşma iznini sana vermeyeceğim.'' Pars, burnundan aşağı kaymış gözlüğü yukarı doğru iterken Açelya'nın söylediği şeye ne kadar kırıldığını; ama o gerçeğin peşine düşmeyerek her zamanki gibi kaçacağını anlamıştı.
''İstersen sana her şeyi başından sonuna açıklarım. İzin ver ne olur, çok önemli Açelya.''
''Adliyede işimizin başında olalım, dahası yok.'' Elini alnına yerleştirerek ayılmak adına gözlerini kapatıp açıyordu. Başını duvar saatine bakmak için kaldırdığında iş başına bir saat kaldığını gördü.
''Ayağını-''
''Ayağımı hallederim Pars, çık evimden.''
Pars bir an durdu, sanki bir şey söylemek istiyor gibiydi ama Açelya yüzüne bile bakmadı. O sadece gidecekti, gitmek zorundaydı.
Açelya'nın doğum gününe tam bir hafta kalmıştı. Hiçbir doğum günü istediği gibi geçmediğinden artık o günün bir önemi yoktu. Oysa Açelya, özel günlere anlam yükleyen bir kadındı. Artık yalnız kalır, ağlardı. Bazen annesi ona sürpriz yapıp gelirdi ama bacağı müsaade ettiği müddetçe. Babasının annesine şiddet gösterdiği dönemde annesinde eklemsel bir bozukluk meydana gelmiş; zaman zaman topallamaya ve iyi yürüyememeye başlamıştı.
Açelya yol üzeri bir eczaneye uğrayarak ufak bir pansuman yaptırabilmiş; adliyeye nihayetinde ulaşmıştı. Aklında son dosya dönüp duruyordu. Doğa Maral'ın intihara teşebbüs ettiğini düşünmeleri; fakat bileğine çizilen balık ile intihar değil cinayet olması gerçeği. Adımları odasının kapısına geldiğinde nihayet durdu. Efsa kilitli kapıyı açarak savcının içeri girmesini sağladığında Açelya başını sallayarak selam verdi. Kabanını portmantoya asarak saçlarını kulaklarının ardına sıkıştırdı. Koltuğuna oturup kollarını hızlıca sıvadı ve nefes almadan dosyayı açarak bazı notlar almaya başladı. Bazı detayları düşünüyordu. Belki önemli değildi ama… Bir anda çok da önemli gelen bir şey fark etti. Tüm kurbanların sarışın olma gerçeği. Belki dördü olsa, geri kalanı olmasa diye düşündü ama hepsi sarışın, zayıf, sade bir hayat sürüyor ve beyaz tenliydi. Duraksadı ve istemsizce kaşları çatıldı. Sarışın olduğunu hatırladı. Zayıftı, sadeydi, beyazdı, her şeyden uzak yaşıyor, yalnız kalıyordu.
Neden tüm kurbanlar bana benziyor? diye sordu seslice, odada yalnızdı.
Eski dosyaları hızla açmaya ve kurbanların fiziksel özelliklerinin yazılı olduğu raporları incelemeye koyuldu. Nida, Duha, Duru, Rana ve Sezen. Son dosyayı da tedirginlikle inceledi. Yaş, göz, saç gibi özellikler o kadar birbirinin benzeriydi ve hepsi kendi hayatına benziyordu ki, bir an Savcı kimliğinden bağımsız kalbi hızla atmaya başladı.
''Saçmalıyor olmalıyım,'' diye mırıldandı. Ellerini yüzünde gezdirerek başını hafifçe salladı. Kendine gelmek isteme düşüncesi ile kafasında bu dosyayı oturtmaya çalıştı. Gelişmeler ışığında hareket edeceğini düşünerek sakin bir nefes aldı.
Bir süre sonra, kendisine sıcak bir kupa kahve alıp dosyalara daldı. Polis tutanakları, olay yeri incelemeleri, yönetici imzaları, şüpheli tutanakları, deliller, raporlar ve dahası. Doğa'nın cesedinin üstünde iki ayrı kişiye ait parmak izine rastlanmış. Bu dosyayı sonraya alarak ilk dosya hakkında gelişmeleri incelemeye başladı. İçindeki gerginlik ve kaygı bir türlü geçmiyordu. Mesleğinin başından beri baktığı her dosya onun kariyerini, hatta geleceğini belirleyecek anahtarlardı. Titizlikle, yaşayarak bakardı.
Kapı tıklandığında sakince, ''Gel,'' diye yanıt verdi. İçeriye giren Efsa'ydı. Birkaç adımla Açelya'nın karşısına geçti ve elindeki gri zarfı uzattı.
''Bu size savcım.'' Açelya zarfı alarak ufak bir göz gezdirdi.
''Teşekkür ederim.'' Üstünde isim ararken Efsa odadan çıkmadan ona sormak istedi. ''Kimden biliyo-'' Ardından bakışları o ismi yakaladı. ''Tamam, buldum.'' Efsa odasından çıktığında zarfı açarak tek çırpıda okudu.
"Sezen Zeydan dosyasının takibi, objektifliği sağlamak adına Savcı Refik Eren'e devredilmiştir." –Başsavcı Vildan Karaer
Açelya elindeki kâğıdı buruşturdu. Sinirden birbirini kovalarcasına nefes veriyordu. Göreve başladığından beri ondan alınan pek dosya olmamıştı; çünkü başsavcı dosya alıyorsa genelde bir terslik olurdu.
Kapının çat diye açılması üzerine gözü dönmüşçesine oraya döndü. Pars.
Parmakları hâlâ zarfın köşesindeydi. Göz göze geldiler. Diğer elindeki kalemi hızla masaya vurdu.
''Bu da mı?'' Sesi bıçak gibi keskindi. ''Bu da mı senin eserin?'' Pars, kaşlarını çatarak ona bakıyordu.
''Çift peynirli simit aldım sana, seviyorsun. Sabah hiçbir şey yemedin.''
''Pars, sen mi yaptın?!'' Pars simidi çiğnerken pek umursuyor gibi değildi. ''Seni sabah görmek istemediğimi söyledim. Buraya geliyorsun, laubali davranıyorsun. Sen ne biçim bir insansın ya? Çık odamdan!''
''Sence çok fevri davranmıyor musun? Neyden bahsettiğini bilmiyorum Açelya.'' Gözlüğünü işaret parmağı ile burnunun üzerine iterken hala simit yiyordu. Kıyafetine dökülen susamları parmağına yapıştırıp ağzına atıyordu tek tek. O kadar saçma bir sakinliği vardı ki karşısındakini deli etmeye yetiyordu. Ne zaman biri ona gerçekten baksaydı, o hep başka yere bakardı. Belki bu yüzden ona hâlâ inanmak istiyordu; çünkü Pars hiçbir bakışın tam karşısında durmamıştı.
''Sezen Zeydan dosyası benden alınmış. Bu ilk defa oluyor, Pars. Parmağın olduğunu biliyorum, itiraf edecek misin?'' Gözlerini dikmiş öfkeyle bakıyordu. Yapabilse gözleriyle onu vuracağından emindi. Sevse de… Mesleği Açelya'yı, Açelya yapan yegâne şeydi.
Kısa bir sessizlikten sonra, ''Artık seni görmek istemiyorum,'' dedi Açelya. Hayır, istiyorum, istemiyorum, bilmiyorum, sadece sinirliyim, demek istemişti aslında. ''Bana zarar veriyorsun Pars. Senden rica ediyorum, iş dışında bir şey konuşmayalım. Bu gidişle iş de kalmayacak elimde.'' Pars artık ciddiydi. Simidi masaya bırakarak ayağa kalkan Açelya'ya yaklaştı ve gözlerinin içine baktı.
''Amacım seni kırmak değildi, hiçbir zaman da öyle olmadı.'' Sıcak nefesini Açelya'nın dudaklarına doğru verdi. ''Kırdıysam özür dilerim.''
Yavaşça uzaklaşarak odadan çıktığında Açelya arkasından öylece baktı. Sesindeki kırılma duvardaki bir çatlak gibi yer etti içinde; küçük ama zamanla büyüyen, duvarı yutan cinsten. Saatin tik takları odanın içine dağılmış günahlar gibi çoğaldı. Sanki her şeyin ortasında değilmiş gibi; sanki az önce her şey yerle bir olmamış gibi.
Yılmayacaktı. Bir dosya gitmişti belki ama elinde hâlâ Doğa Maral dosyası vardı. Tüm dikkatini, tüm enerjisini bu dosyaya verecekti. Başsavcıya, herkese, hatta en çok da kendine ispat edecekti kendini.
Güvenlik kamera kayıtlarında Doğa'nın evine giren iki kişi tespit edilmişti: biri kadın, biri erkek. İkisi de farklı saatlerde görüntülenmişti. Kim oldukları dosyada yazıyordu, ifadeleri alınmıştı. Açelya önce dosyadaki genel bilgilere göz gezdirdi.
Adı Soyadı: Umay Dizgi
Mesleği: Stilist
Yaşı: 28
İfadeyi Alan: Başkomiser Okan Önder
O.Ö: Merhaba Umay. Buraya çağırılma sebebini söylediler mi?
U.D: Hayır. Kimse bir şey demedi. Saatlerdir burada bekliyorum, bir Allah'ın kulu da ne olduğunu anlatmıyor. İşim gücüm var benim.
O.Ö: Merak etmeyin. Eğer şüpheli bir durum görmezsek ifadenizi alıp sizi göndereceğiz. Doğa Maral'ı tanıyor musunuz?
U.D: Doğa mı? O öldü mü? Biz aynı modaevinde çalışıyoruz...
O.Ö: Ceset üzerinde sizin parmak iziniz çıktı.
U.D: Komiserim, ben… Bilmiyorum. Gerçekten bilmiyorum. Uzun süredir işe gelmiyordu. Müdürümüz onu merak etti, ulaşamadık. Beni gönderdi, evine bir bakmamı istedi.
O.Ö: Kapı açık mıydı?
U.D: Evet, kapı açıktı. İçeri girdim… Gördüm… Görür görmez de çıktım. Nabzına baktım ama atmıyordu. Çok korktum. Başım yanar diye düşündüm. Kimseye bir şey demedim, müdürüme de 'gitmedim' dedim zaten.
Umay, tarih ve saat alındıktan sonra, "Şehirden ayrılmayın," denerek salınmıştı. Ardından dosyadaki diğer isime geçildi.
Adı Soyadı: Vural Akay
Mesleği: Öğretmen
Yaşı: 30
İfadeyi Alan: Başkomiser Okan Önder
O.Ö: Merhaba Vural. Neden burada olduğunu söylediler mi?
V.A: Hayır… Komiserim, ne oldu ki?
O.Ö: Eski kız arkadaşınız Doğa Maral, evinde ölü bulundu. Parmak izleriniz odalardan birinde tespit edildi.
V.A: Bir su alabilir miyim? Doğa mı… Öldü mü? Biz… Aynı evde yaşıyorduk. Ailesinden gizli tabii. Yan oda bendeydi. Eşyalarım, kıyafetlerim oradaydı.
O.Ö: O gün ne yaptığınızı hatırlıyor musunuz?
V.A: Çok net değil. Alkol almıştım. Doğa'yla üç buçuk ay önce ayrıldık. Çok yıprandım. İş, aile, üstüne Doğa... Her şey üst üste geldi. O gece eve geldim, üzerimi değiştirdim ve çıktım. Onun odasına bile bakmadım. Aynı evde iki yabancı gibiydik artık. Maddi durumum düzelene kadar çıkamadım evden. Onu... O halde hayal edemiyorum.
İfade burada yarıda kesilmişti. Vural'ın sözleri boğazında düğümlenmiş, gözleri dolmuştu. Devamı başka bir zamana ertelendi.
Açelya dosyayı kapattı ama aklında sorular vardı. Kamera görüntülerini kendi gözleriyle izlemek istiyordu. Ceketini alıp hızla odasından çıktı. Adliyenin önünden bir taksi çevirdi. Yol yaklaşık yarım saat sürecekti.
Kafası, durmaz bir saat gibi işlemeye devam ediyordu. Dışarıyı izlemeye çalıştı, camdan akıp giden hayatı. Sahil yoluna girdiklerinde trafik açılmış, kaldırımdaki insanlar birer gölgeye dönüşmüştü. O ise her birinde bir anlam arar gibiydi. Parkta çocuk sallayan bir anne, pamuk şekeriyle gülen çocuk, telefonda konuşan genç, el ele yürüyen yaşlı çiftler...
Gözlerinin defalarca görmek istediği bazı anlar vardır. Bir yaprağın dalından kopup rüzgârla dans etmeye başladığına şahit olursun, bir çocuğun gözyaşlarıyla gülümsediği, evrenin sana özel bir sır fısıldadığı zamanlar; ama her gece kızarsın. Kendinden nefret edersin, kendini tanımadığın için kendinden deli gibi nefret edersin. Kalbini bilmeyen biri kime sığınabilir ki. Kimin kollarının arasına sığınır da kendini iyileştirir. Kendini bilmiyorsun. Kime güvenirsin.
Gözleri dolmuştu ancak emniyete vardığını fark ettiğinde tüm duygusal yoğunluğu bir anlık sustu. Şoföre parayı uzatarak indi ve yanağındaki yaşları elinin tersiyle sildi. Kimseye bakmadan içeri girdiğinde adımlarını hızlandırarak komiserin odasına yöneldi. Güvenlik kayıtlarının tutulduğu odaya, komiserden gerekli izni alarak geçti. Kayıtları izlemeye başladı. Umay Dizgi, bu kadındı. Üç saat sonra ise Vural Akay. Her şeyin bir bağlantısı vardı; fakat ikisi de çok tuhaflardı.
Umay Dizgi'nin sokakta arkasına sık sık bakması dikkatini çekmişti. Binaya girmeden önce sağa sola defalarca göz atmıştı. Binaya girmesiyle birlikte daire kameralarına yakalanmıştı. Cebinden biber gazını çıkarıp çantasının ön bölmesine koymuştu. Neden tam o noktada değiştirmişti? Sonra Vural Akay... Telefon kılıfını çıkarmış, arkasındaki küçük fotoğrafı alıp cebine atmıştı. Fotoğrafı neden aldı? Telefonunun kılıfından neden o an çıkarıp cebine koymuştu?
Tüm bu gözlemleri komisere aktardı. Açelya, her iki şüphelinin de tekrar ifadeye çağrılması gerektiğini belirtti. Bir şeyler çok netti; ama henüz çözülmemiş çok fazla soru vardı. Şüpheliler sadece bu cinayetin değil, belki de son beş yılın peş peşe işlenen o tüyler ürpertici cinayetlerinin faili olabilir miydi? Bu çok önemli bir noktaydı. Beş yıl boyunca yüzlerce ifade alındı, onlarca şüpheli dinlendi. Deliller dağ gibi toplandı, sonra birer birer boşluğa düştü. Her şey yeniden başa sardı. Eğer katil Umay ya da Vural çıkarsa… Neden bu kadar beklemiş olsunlar? Neden şimdi? Daha önemlisi… Gerçekten yapabilirler miydi? İçlerinden biri seri katil olabilir miydi?
Umay'ın sokakta yürürken sürekli arkasına bakması, Vural'ın cebine sakladığı o küçük fotoğraf... Her detay anlamlıydı ama hiçbir şey yeterince açık değildi. Onlarda bir tuhaflık vardı, evet ama tuhaflık her zaman suçla eşdeğer miydi? Yoksa sadece korkunun, suçsuzluğun ya da bastırılmış bir acının dışavurumu muydu bu davranışlar?
Her şeye rağmen Pars'a haber vermesi gerektiğini biliyordu. Ne yaşanmış olursa olsun, bu dosya sadece bir dava değildi; yıllardır kapanmamış bir hesap, şehirde yankılanan bir karanlıktı. Çantasından telefonunu çıkardı. Parmakları bir an tereddüt etti ama sonra hızlıca mesajı yazdı. Demiradam.
"Beş yıldır aradığımız seri katil, Doğa Maral dosyasındaki şüphelilerden biri olabilir. Haber vermek istedim. Yoğunlaşır mısın?"
Ne fazla, ne eksik. Sadece gerekli bilgi. Derin bir iç geçirdi. Gönder tuşuna bastıktan sonra telefonu çantasına attı. Güneş gözlüğünü takıp emniyetten ayrıldı.
Pars, günün en sessiz saatine denk gelen bir anın içinde, masasının başında oturuyordu. Oda loştu. Perde arasından sızan solgun ışık, duvara uzanan gölgeleri hafifçe oynatıyordu. Bilgisayar ekranı çoktan uyku moduna geçmiş, kalem bile parmaklarının arasında hareketsizleşmişti. O sırada telefon titredi. Sessiz ama net bir titreşim.
Ekranda tanıdık bir isim. Açelya. Mesajı okurken alnının ortasındaki çizgi daha da derinleşti.
Mesajı tekrar okudu. Sonra bir kez daha. Açelya haklı olabilir miydi?
Telefonunu masaya bırakıp arkasına yaslandı. Tavanı inceledi uzun uzun. İçinde bir sızı değil bir sıkışma vardı, çok hafif; ama fark edilebilecek kadar yoğun. Hani bir şey olacakmış gibi, hani sessizlikten önceki son sessizlik gibi. Katil. Balık. Kafasının içinde bir film şeridi dönmeye başladı. Cinayet yerleri. Görseller. Eli telefona gitti.
"Sana bunu düşündüren ne? Detayları duymam gerek." -Demiradam
Gönderdikten sonra gözlerini kapattı. Göz kapaklarının ardında karanlık bir göl vardı. O göldeyse belki bir yüz, belki bir isim onu izliyordu.
Açelya, emniyetten çıkıp taksiye bindi. Taksilerde süründüğünden kendisine kızıyordu. Ayağı acıdığı için kendi arabasıyla gelememiş, gün boyu yollarda sürünmüştü. Adliye'ye gitmeden önce eve uğrayacaktı. Sabah yaralanan ayağını, ayakkabı daha fazla acıtmıştı. Yara bandının üstüne geçen kanı görünce kararı kesinleşti. Rahat bir çift ayakkabı giymek istiyordu.
Taksideyken kendiyle baş başa kaldığını hissediyordu. Etrafı izleyerek bunu örtmeye çalışsa da çoğu zaman insanları incelemekten kendini alıkoyamıyordu. Şehir dışına çıkmadan evvel evine son bir kez dönüp bakmak gibi. Ne hüzünlüdür ki boğazına bir yumru oturtur ya o an. Yeniden ne zaman görebileceğini bilmediğinden, bakışların balkondan görünen batmak üzere olan güneşe, koltuğu kavurup rengini değiştiren gün ışığına çarpar. Göz bebekleri son kez değsin ister insan. Olduğun yeri gezinir durursun. Onun gibi. Öyle. Açelya biraz… Yaralı. Zihni susmuyor.
Sokağa varıp taksiden indikten sonra apartmanın şifresini girdi ve kendi dairesine çıktı. Paspasın üstünde bir şey dikkatini çekti. Bir kâğıt, gazeteden kesilmiş harflerle yazılmış bir not vardı. Açelya dikkatlice notu aldı. Ellerinde hafif bir titreme vardı. Kâğıdın üzerindeki her harf dikkatlice yerleştirilmişti. Gazete ve dergilerden kesilen harfler yapıştırılmış, kalemle yazılmamıştı.
"Bileğinde bir balık yüzüyordu, fark etmedin. O, sessizce yüzmeye devam ediyor. Sular hâlâ bulanık. Finalde herkes kendi soluğunda kaybolur. Belki de boğulacak olan sensin Açelya savcı." -Mavi