Gökyüzü, isimsiz şehrin üzerine kirlenmiş bir kefen gibi yayılmıştı. Kurşuni bulutlar gökdelenlerin keskin uçlarına çarpıyor, şehrin üzerine iliklere işleyen soğuk bir soluk bırakıyordu. Sokaklar; birbirine yabancı, omuz omuza çarpıp tek bir özür bile dilemeyen, yalnızca kendi telaşlarına gömülmüş milyonlarca insanla doluydu. Bu devasa, acımasız düzenin içinde Fyodor, dişlilerin arasına sıkışmış önemsiz bir toz zerresiydi.
Fyodor, on sekizinci yaşını kutlamıyordu. Onun için "on sekiz", bir pastanın üzerindeki mumlardan ibaret değildi; bu, sığınabildiği son kapının yüzüne kapanması demekti. Devlet yurdundaki ranzası o sabah başka biri için boşaltılmıştı. Siyah bir çöp poşetine sığdırabildiği birkaç parça eşyayla kapının önüne bırakıldığında, müdürün yüzündeki o soğuk "sıradaki gelsin" bakışı ruhuna saplanan bir hançer gibi hissettirmişti. Kimse nereye gideceğini sormamıştı. Kimse elini sıkıp "başarabilirsin" dememişti.
Şehir, onu yutmak için sabırla bekliyordu.
İlk hafta hâlâ umut vardı. Sokak aralarında asılı ilanları inceliyor, camlara yapıştırılmış "Eleman Aranıyor" yazılarının peşinden gidiyordu. Ama her kapı, görünmez bir güç tarafından yüzüne kapatılıyordu. İnsanlar Fyodor'un gözlerindeki derin yalnızlığı fark ediyor, bunu bulaşıcı bir hastalık gibi görüp ondan uzaklaşıyorlardı. Bir gün bir fırına girdiğinde, fırıncı üzerindeki eski hırkaya bakıp,
"Biz temiz adam çalıştırıyoruz evlat,"
diyerek onu dışarı kovmuştu. Oysa Fyodor o sabah bir park çeşmesinde yüzünü yıkamış, saçlarını elleriyle düzeltmişti.
İkinci hafta açlık, düşünce olmaktan çıkıp yaşayan bir varlığa dönüştü. Midesindeki kesintisiz uğultu, kemiren bir acıya evrildi. Bir akşamüstü, lüks bir restoranın arkasında çöpe atılmış bayat ekmekleri toplarken fark edildi. Güvenlik görevlisi, zayıf bedenine acımadan bir tekme savurdu.
"Burayı kirletme pislik! Müşterilerin iştahını kaçırıyorsun!"
Fyodor çamurlu kaldırıma yuvarlandığında, yanından geçen şık giyimli bir çift ona bakıp yön değiştirdi. O an Fyodor sadece aç olmadığını anladı. Bu dünya için görünmezdi. Varlığı, insanların görmek istemediği bir kusurdan ibaretti.
Üçüncü haftanın sonunda, terk edilmiş bir inşaatın zemin katında, kartonların üzerinde yatıyordu. Soğuk bedenini titretiyor, zihni geçmişin hayaletleriyle doluyordu. Yetimhanenin o uzun, buz gibi koridorlarını; bir gün birinin gelip onu alacağına dair kurduğu boş hayalleri düşündü. O "biri" hiç gelmemişti. Ne bir anne, ne bir baba, ne de bir dost… Fyodor'un hayatı, hiç yazılmamış bir kitabın boş sayfaları gibiydi. Ve o sayfalar artık kir ve gözyaşıyla kararmıştı.
O gece, sığındığı inşaata üç sarhoş adam girdi. Fyodor'un elindeki tek değerli şeyi, yetimhaneden çıkarken verilen o küçük harçlığı fark ettiler. Fyodor parayı vermemek için direndi. O para, son birkaç öğün yemeği; belki de sıcak bir yerde geçireceği tek geceydi. Ama adamlar acımasızdı. Zayıf kollarını büküp onu beton zemine çarptılar. Kaburgalarına inen her darbe, yalnızca bedenini değil, hayata tutunduğu son ipliği de parçaladı.
"Buna mı güveniyordun küçük sıçan?"
Parayı alıp üzerine tükürdüler ve gittiler.
Fyodor, karanlık bodrumda saatlerce kıpırdamadan kaldı. Ağzındaki kan tadı, yağmurun paslı kokusuna karışıyordu. O an içinde bir şeyin koptuğunu hissetti. Bu fiziksel bir acı değildi. Bu, vazgeçişin soğuk ve sessiz hâliydi. Artık savaşmak istemiyordu. Bir yere ait olmaya çalışmaktan, bir lokma ekmek için aşağılanmaktan, geceleri donmamak için dua etmekten yorulmuştu.
Ertesi gün yağmur durmadı. Fyodor, sendeleyen adımlarla şehrin en büyük köprüsüne yürüdü. Ayakları onu oraya kendiliğinden götürüyordu. Köprüye vardığında altından akan nehrin uğultusunu duydu. Nehir, şehirden kaçmak isteyen her şeyi denize taşıyordu. Fyodor da kaçmak istiyordu. Bu hayattan, bu bedenden, bu bitmeyen acıdan…
Korkulukların önünde durdu. Arabalar büyük bir hızla yanından geçiyor, rüzgâr yüzünü tokatlar gibi çarpıyordu. Kimse durmadı. Kimse "Ne yapıyorsun?" diye sormadı. Bu, dünyanın verdiği son izindi.
Demir parmaklıklara tırmandı. Metal parmaklarını donduracak kadar soğuktu. Aşağıdaki karanlık su ona bir yatak gibi göründü; sessiz, yumuşak ve her şeyi unutturan bir yatak.
"Özür dilerim," diye fısıldadı boşluğa. Kimden özür dilediğini bilmiyordu. Belki yaşayamadığı çocukluğundan, belki de hiç olamayan o mutlu Fyodor'dan…
Kendini bıraktı.
Düşüş beklediğinden uzun sürdü. Rüzgâr kulaklarında çığlık atarken, hayatı gözlerinin önünden geçmedi. Sadece boşluk vardı. Siyah, sonsuz bir boşluk. Ardından o korkunç çarpışma geldi.
Su beton kadar sertti. Ciğerlerindeki hava bir anda boşaldı. Soğuk su bedenini yutarken bilinci bulanıklaştı. Batarken yukarı baktı; köprünün ışıkları suyun altında kırılıyor, yıldızlar gibi parlayıp sönüyordu. Onlara uzanmak istedi ama kolları artık ona ait değildi.
Sonunda… diye düşündü. Sonunda sessizlik.
Ama karanlık onu tamamen yutacakken, nehrin en derin noktasından bir şey yükseldi. Ne bir ışık huzmesi ne de bir hayaldi. Ametist rengi, mor bir parıltı suyun içini doldurdu. Fyodor'un sönmekte olan kalbi, bu dokunuşla tuhaf bir şekilde atmaya başladı.
Zaman durdu. Su kabarcıkları havada asılı kaldı.
"Bu kadar mı, Fyodor?"
Ses sudan değil, doğrudan zihninin derinliklerinden geliyordu. Kadim, otoriter ve hüzünlüydü.
"Sana sunulan bu sefil hayatı reddettin. Ama ruhun bu dünyanın sığ sularına ait değil. Kaderinin iplikleri burada düğümlendi… ve ben onları koparacağım."
"Bırak beni…" diye direndi Fyodor'un bilinci. "Ölmek istiyorum…"
"Ölüm bir sondur. Senin ihtiyacın olan şey bir başlangıç."
Mor ışık bedenini sardı. Hücreleri parçalanıyor, sonra yeniden birleşiyordu. Nehir kaynamaya başladı. Bir girdap oluştu ve Fyodor'u fiziksel dünyanın ötesine, boyutlar arası bir yarığa sürükledi.
Bilinci tamamen karardığında artık ne köprü vardı ne de o acımasız şehir..
"Uyan…"
Fyodor gözlerini araladığında, bedeninin ne kadar hafif olduğunu fark etti. Beton yoktu. Altında yumuşak, nemli bir toprak vardı. Toprak gümüş gibi parlıyor, dokunduğu otlar hafifçe ışıldıyordu.
Üzerindeki yırtık hırka kaybolmuştu. Yerine koyu gri, deriye benzeyen ama ipek kadar yumuşak bir tünik vardı. Sol bileğinde, cildinin altında mor bir mühür atıyordu; bir kalp gibi.
"Neredeyim ben?" diye fısıldadı.
Başını kaldırdı ve nefesi kesildi.
Gökyüzünde güneş vardı.
Ve tam o anda, görüş alanında yarı şeffaf bir ekran belirdi:
[ RUH BAĞI KURULDU: FYODOR ]
[ DURUM: YENİDEN DOĞAN ]
[ İLK GÖREV: HAYATTA KAL VE KİMLİĞİNİ BUL ]
Fyodor ayağa kalktı.
Bu yeni dünyada artık sadece bir kurban olmayacaktı.
