Cherreads

Chapter 12 - Bölüm 10: Lysera'nın Kırılımı

Tam on gün sürmüştü.

On gün boyunca tekerleklerin o sinir bozucu gıcırtısı, yağmurun dövdüğü metal kafesin sesi ve atların nal sesleri hiç durmamıştı. Luxaris Krallığı'nın başkentine giden ana yolları değil, sadece yüksek rütbeli subayların bildiği, dağların kalbini delen o gizli, sisli geçitleri kullanmışlardı.

Kafesin içindeki Lysera, artık insanlıktan çıkmış bir haldeydi. Dudakları susuzluktan çatlamış, bilekleri demir kelepçelere sürtünmekten yara bere içinde kalmıştı. Ama gözleri… Gözleri sönmemişti. Aksine, o on gün boyunca yediği her darbe, çektiği her açlık, içindeki nefreti harlayan bir kömür olmuştu.

Bağırmıyordu. Çığlık atacak gücü kalmadığından değil, enerjisini boşa harcamamak için susuyordu. Sadece fısıldıyordu. Durmaksızın, bir rahibin dua etmesi gibi ritmik ve korkutucu bir tonla lanet okuyordu.

Lysera (çatlak, hırıltılı bir fısıltıyla): "...Soyunuz kuruyacak... Yediğiniz et kül, içtiğiniz su zehir olacak... Darven... Kaeltryn... İsimlerinizi taşlara kanla kazıyacağım..."

Konvoyun en önünde, devasa siyah savaş atının üzerinde General Darven Solmar gidiyordu. Rrnaun'un sağ kolu, Luxaris'in en güvendiği komutan. Sırtı dimdikti. Omuzlarında taşıdığı o ağır pelerin, sadece bir rütbe değil, Rrnaun'un otoritesinin bizzat kendisiydi. Yüzünde yorgunluktan eser yoktu; o sadece bir asker değil, bir güç abidesiydi.

Hemen yanında, ondan bağımsız ama en az onun kadar ölümcül bir aura yayan Kaeltryn vardı. O sıradan bir asker değildi; Luxaris Suikastçi Birliği'nin Lideriydi. Gözleri sürekli etrafı tarıyor, sessiz ve ölümcül bir yılan gibi Darven'e eşlik ediyordu. Rrnaun'un elit muhafızları bile, Suikastçilerin Efendisi olan bu adamın yanında nefeslerini tutarak duruyordu.

Sonunda, Sisli Dağlar'ın eteklerinde, harabelerin arasına gizlenmiş o devasa demir kapı göründü: "Zihin Dökümhanesi."

Kapılar büyü ve mekanik dişlilerin gürültüsüyle açıldığında, Darven atından inmedi. Sadece eldivenli elini hafifçe kaldırdı. Bu sessiz emir yetmişti. Konvoy durdu.

Kaeltryn, bir gölge kadar sessizce atından indi, kendi suikastçilerine değil, muhafızlara sert bir işaret yaptı. Askerler kafesi açıp Lysera'yı dışarı sürüklediler.

Lysera yere düştü ama hemen başını kaldırdı. Gözleri Darven'e kilitlendi. Lysera: "...Senin sonun... benim ellerimden olacak General..."

Darven, atının üzerinden ona tepeden, sanki bir böceğe değil de hırçın bir hava olayına bakıyormuş gibi hissizce baktı. Darven: "Hâlâ konuşuyor. Rrnaun Efendi bu direncini takdir edecektir."

İçeri girdiler. Burası rutubetli bir zindan değil, son teknoloji büyü ve simyanın harmanlandığı, steril ve soğuk bir laboratuvardı. Tavanlar yüksekti ve her yerden karmaşık borular geçiyordu.

Ana salonun ortasında, devasa bir masanın başında, elindeki karmaşık diyagramları inceleyen Baş-Simyacı Vex duruyordu.

Ancak Vex'e ulaşana kadar geçtikleri koridor, Lysera'nın hayatında gördüğü en büyük kâbusu bile gölgede bırakacak türdendi.

Burası sessizdi ama huzurlu bir sessizlik değildi bu. Burası, çığlıkların boğazlarda düğümlendiği, umudun kapıda bırakıldığı bir ölüm sessizliğiydi. Havadaki koku, paslanmış demir, yanık et ve ağır kimyasalların mide bulandırıcı bir karışımıydı.

Lysera, sürüklenirken yanından geçtiği cam fanuslara dehşetle baktı.

Sağ taraftaki bir masada, devasa cüsseli bir savaşçı yatıyordu. Kolları ve bacakları metal kelepçelerle masaya sabitlenmişti. Ama korkunç olan bu değildi. Adamın kafatası açılmıştı. Beyni, yarı saydam bir zarın altında atıyor, beyninin belirli bölgelerine ince gümüşi iğneler saplanmış duruyordu. Adamın gözleri açıktı ama hiçbir şey görmüyordu; ağzından akan salya metal masadan aşağı damlıyordu. Bilinci yerinde değildi; o artık sadece reflekslerden ibaret bir et yığınıydı.

Biraz ileride, tavandan sarkan zincirlere asılmış bir grup vardı. Bunlar "başarısız" deneklerdi. Kimisi kendi kendine gülüyor, kimisi ritmik bir şekilde kafasını duvara vuruyordu. Gözleri oyulmuş, yerine mor kristaller yerleştirilmiş bir kadın, durmaksızın görünmez bir düşmanla savaşıyormuş gibi parmaklarını oynatıyordu.

Sol taraftaki bir hücrede ise daha "taze" bir kurban vardı. Genç bir büyücüydü bu. Vücudundaki damarlar, Vex'in o mor sıvısıyla şişmiş, derisinin altından solucan gibi kabarmıştı. Çocuk acıdan kıvranıyor ama ses çıkaramıyordu; çünkü dudakları birbirine metal tellerle dikilmişti. Sadece boğuk inlemeler duyuluyordu.

Burası bir zindan değildi. Burası bir atölyeydi. Ve buradaki hammadde insandı.

Vex, bu dehşet galerisinin ortasında, bir sanatçının stüdyosundaki rahatlığıyla duruyordu. Yüzündeki metal maske bir zorunluluk değil, bir tercihti; duygularını gizlemek için. Darven ve Kaeltryn'in geldiğini görünce diyagramları bıraktı. Elindeki kanlı neşteri, yanındaki beyaz bir beze sakince sildi.

Vex: "General Solmar... Ve Suikastçi Lideri Kaeltryn..." Sesi, çalışan dişlilerin sesi gibi pürüzsüz ve mekanikti. "Beklediğimden erken, beklediğimden daha yüklü geldiniz. Bu kızı... Hissedebiliyorum."

Vex, Lysera'ya yaklaşmadı bile. Uzaktan koklar gibi derin bir nefes aldı. Gözleri, Lysera'nın korku ve nefretle karışık titreyen bedeninde değil, onun yaydığı enerjideydi.

Vex: "Öfkesi o kadar yoğun ki, havadaki manayı titretiyor. Etrafına bak küçük kız... Gördüğün bu 'şeyler', iradeleri zayıf olanlardı. Kırıldılar. Ama sen... Sen farklısın."

Darven, ağır adımlarla masaya yaklaştı, miğferini çıkarıp sertçe masaya koydu. Masanın üzerindeki bir deney tüpü titredi. Darven: "Sıradan bir asker istemiyorum Vex. Rrnaun Efendi, sadece kaba kuvvet değil, mutlak bir irade istiyor. Bu kızda o potansiyel var. Bedenine dokunma. Fiziksel olarak kusursuz. Ama zihni... Orayı tamamen senin sanatına bırakıyorum."

Kaeltryn, Lysera'nın yanına gidip çenesini tuttu. Az önce gördükleri o korkunç manzaralardan hiç etkilenmemişti. Profesyonel bir katil gözüyle kızı inceledi. Kaeltryn: "Gözlerinde ölüm var Vex. Onu köreltme, sadece namlusunu bize çevir yeter. Birliğimde böyle bir silaha ihtiyacım var. Şu arkadaki salyası akan çuval yığınlarına benzerse, onu kendi ellerimle boğarım."

Kaeltryn, Lysera'yı zorla Vex'in çalışma koltuğuna oturttu. Askerler kollarını ve bacaklarını bağlarken Lysera, az önce gördüğü o beyni açık adamın görüntüsünü zihninden atmaya çalışıyordu.

Gözlerini Vex'in tek sağlam gözüne dikti. Korkusunu nefretiyle bastırdı. Lysera: "...Zihnimin içinde bile sizi avlayacağım... Unutmayacağım... Asla..."

Vex, ince, uzun parmaklarıyla Lysera'nın şakaklarına dokundu. Gülümsedi. Bu bir deli gülüşü değil, zor bir bulmacayı çözmek üzere olan bir dahinin tatmin olmuş gülüşüydü.

Vex: "Ah, küçük hanım... 'Unutmak' yanlış kelime. Biz buna 'arınmak' diyoruz. Gereksiz yüklerinden; acıdan, sevgiden, kardeşinden... Hepsinden arınacaksın."

Vex, arkasındaki raftan özel bir silindir aldı. İçinde neon moru, parıl parıl parlayan, yoğun bir sıvı vardı. Sıvı, tüpün içinde canlıymış gibi hareket ediyordu.

Vex: "Bu benim başyapıtım General. 'Hiçlik Özü'. İradeyi kırmaz, onu yeniden yazar."

İğneyi hazırlarken Kaeltryn ve Darven geride, kolları bağlı bir şekilde, bir sanat eserinin açılışını izler gibi bekliyorlardı.

Vex iğneyi Lysera'nın boynuna sapladı.

Lysera dişlerini sıktı. Çığlık atmadı. Onurunu onlara vermeyecekti. Ama sıvı damarlarına girdiği an, fısıltıları kesildi.

Mor sıvı, damarlarında bir zehir gibi değil, bir istilacı gibi yayıldı. Önce boynundaki damarlar morardı. Sonra yüzüne doğru tırmandı.

Vex hayranlıkla fısıldadı: Vex: "Direnci... İnanılmaz. Normal bir zihin şimdiye sıvılaşmıştı. Ama o savaşıyor. Ve sıvı ona uyum sağlıyor."

Ve o an değişim gerçekleşti. Lysera'nın o güzelim açık bakır rengi saçları, diplerinden başlayarak renk değiştirdi. Canlı, elektrik yüklü, derin bir mor renk, saç tellerinden aşağıya bir şelale gibi aktı.

Gözleri... O öfke dolu göz bebekleri titredi, büyüdü ve tamamen mora boyandı. İnsan irisinin o doğal yapısı kaybolmuş, yerine saf, büyüyle güçlendirilmiş mor bir ışık gelmişti.

Vücudu kasıldı, gevşedi. Başını öne düşürdü. Fısıltılar tamamen susmuştu.

Salon sessizliğe gömüldü. Sadece makinelerin uğultusu ve az ötedeki başarısız deneklerin inlemeleri vardı.

Vex bekliyordu. Lysera'nın tamamen teslim olmasını, o mor ışığın tüm bedenini ele geçirmesini bekliyordu.

Ama Lysera teslim olmadı.

Vücudu titredi, damarları belirginleşti ama sonra bir anda durdu. Başını yavaşça, neredeyse asil bir hareketle kaldırdı.

Ortaya çıkan görüntü, odadaki herkesi büyüleyecek kadar eşsiz ve sarsıcıydı. Başının sağ tarafındaki o ipek gibi açık bakır rengi saçları, köklerinden ucuna kadar o korkunç ama büyüleyici, parlak neon moruna dönüşmüştü. Ancak sol tarafı… Sol tarafı hâlâ kendi doğal, güneş gibi parlayan bakır rengindeydi.

Bu iki rengin tezatlığı, ona korkunç değil, aksine egzotik ve ölümcül derecede çekici bir hava katmıştı.

Yüzünü kaldırdığında Vex hayranlıkla bir adım geri çekildi. Lysera'nın sağ gözü, insani vasfını yitirmiş, ruhsuz ama mücevher gibi parlayan bir mor ışıkla bakıyordu. Ama sol gözü… O sol gözü, hâlâ o sıcak, insani ela rengindeydi. Ve o ela gözde korku değil, saf, keskin bir nefret vardı. İradesi, damarlarına zerk edilen hiçliği tam ortada durdurmuştu.

Lysera (çift tonlu, yankılı ama sakin bir sesle): "Beni… tamamen… alamazsın…"

Kaeltryn ıslık çaldı. Gözlerini Lysera'dan alamıyordu. Kaeltryn: "Lanet olsun… Şuna bak. Yarı gece, yarı gündüz gibi. Bu haliyle… korkutucu derecede güzel."

Vex, şaşkınlığını üzerinden atıp hastalıklı bir hayranlıkla gülümsedi. Arkasındaki devasa metal dolaba yürüdü. Dolabın kapaklarını iki yana açtı. İçeride, tavandan tabana kadar dizilmiş, yüzlerce, belki binlerce Hiçlik Özü tüpü parlıyordu. Odanın içi mor bir ışığa boğuldu.

Vex, raftan üç tüp daha aldı ve Lysera'ya döndü.

Vex: "Ah, tatlım… Bu görüntü… Bu estetik… Beklediğimden bile daha muazzam. Bir damlaya direndin ve ortaya bir şaheser çıktı. Peki ya on damlaya? Yüz damlaya?" Elimdeki tüpleri şıngırdattı. "Benim zamanım bol. Ve kaynağım sınırsız. Buradan kaçış yok. Ama dürüst olayım, umarım direnirsin. Çünkü bu halin… Valerium'un en göz alıcı silahı olacak."

Vex ikinci iğneyi hazırlarken Lysera'nın o tek ela gözünden bir yaş süzüldü. Ama bu pes etme yaşı değildi; intikam yeminini mühürleyen sessiz bir sözdü.

Aynı saatlerde, kilometrelerce ötede, Luxaris İmparatorluğu'nun başkenti Aethelgard'da bambaşka bir atmosfer hakimdi.

Şehir bayram yerine dönmüştü. Gökyüzüne büyülü havai fişekler atılıyor, halk sokaklara dökülmüş bağırıyordu.

Kalabalık: "RRNAUN! RRNAUN! ZAFERİN MİMARI!"

Şehrin devasa altın kapılarından içeri giren Lord Rrnaun, bu sevgi seline karşılık vermedi. Siyah atının üzerinde, yaralı omzunu gizleyen görkemli bir pelerinle ilerliyordu. Yüzünde halka karşı bir tiksinti vardı. Onlar sadece korunması gereken koyunlardı; çoban ise kendisiydi.

Kalabalığı yararak, şehrin merkezindeki o akıl almaz yapıya, Gökyüzü Sarayı'na ulaştı. Saray, bulutlara değecek kadar yüksek, beyaz mermer ve altından yapılmış bir kuleydi.

Rrnaun atından indi, muhafızlara bakmadan içeri daldı. Taht odasını geçti. Bakanların odalarını geçti. Generallerin toplantı salonlarını geçti.

Sürekli yukarı çıkıyordu. Döner merdivenleri tırmandıkça sesler azaldı, hava soğudu. En tepeye ulaştığında, karşısında sadece imparatorluk ailesinin girebileceği o devasa, oymalı kapı vardı.

Rrnaun, omuzlarındaki o ağır, siyah pelerinle ve omzundaki derin kılıç yarasıyla Gökyüzü Sarayı'nın en tepesindeki odaya girdi.

Burası dünyevi bir yatak odası değildi. Bulutların üzerinde yüzen, duvarları olmayan, sadece beyaz mermer sütunlar ve rüzgârla dalgalanan şeffaf ipek perdelerden oluşan bir tapınaktı.

Rrnaun, imparatorluğun en korkulan adamı, odaya girdiği anda başını öne eğdi. O kibirli duruşundan eser yoktu. O sadece bir kuldu. Yaralı omzunun üzerine çökmemeye çalışarak tek dizi üstüne indi.

Rrnaun: "Majesteleri..."

Odanın ortasındaki devasa, bembeyaz yatağın etrafındaki tüller rüzgârla hafifçe kımıldadı. İçeriden gelen ses, bir insanın sesi değildi. Bir şelalenin huzur verici sesiyle, bir fırtınanın korkutucu gürültüsü aynı anda duyuluyordu.

Valerith (perdenin arkasından, huzurlu ama otoriter): "Rrnaun... Ayak seslerin ağır, nefesin düzensiz. Benim yenilmez kılıcım hasar almış."

Rrnaun yutkundu. Alnından soğuk terler akıyordu. Rrnaun: "Thalos ve Sira öldü Efendim. Cesetleri mahzenimizde çürüyor. Ama..." Duraksadı. Bunu söylemek, ölüm fermanını imzalamak gibiydi. "Devranna... O elimden kaçtı. Kendini uçuruma bıraktı."

Bir sessizlik oldu. Rüzgâr bile durdu. Sonra perdenin arkasından ince, kristal bir kadeh kırılıyormuş gibi zarif bir kahkaha duyuldu.

Valerith: "Demek Devranna'ydı... O yaşlı sürtük hâlâ hayatta mı?"

Kahkaha bittiği anda, odadaki hava bir anda bin kat ağırlaştı. Yerçekimi sanki Rrnaun'un üzerine çökmüş gibiydi. Rrnaun nefes alamadı. Ciğerleri eziliyor, kemikleri çatırdıyordu. Valerith parmağını bile kıpırdatmadan, sadece aurasıyla Rrnaun'u yere yapıştırmıştı. Rrnaun, o acımasız komutan, şimdi yerde can çekişen bir böcek gibi titriyordu.

Valerith (sesi buz gibi): "Sana bir görev verdim Rrnaun. Ve sen bana yarım bir zaferle geldin. Seni şu an tozlarına ayırmamam için tek bir neden söyle."

Rrnaun konuşamıyordu, sadece hırıltı çıkarabiliyordu. Gözleri kararmak üzereyken, baskı bir anda kalktı.

Tül perdeler yavaşça iki yana açıldı. Ve Valerith ortaya çıktı.

O kadar güzeldi ki, ona bakmak gözleri yakıyordu. Beline kadar uzanan, sıvı gümüş gibi akan bembeyaz saçları vardı. Teni porselen kadar pürüzsüzdü. Üzerindeki beyaz ipek gecelik, rüzgârda dalgalanıyor, kusursuz vücudunu sarıyordu. Ama en çarpıcı olan gözleriydi: Bembeyazdı. Gözbebeği yoktu, sadece saf, ilahi bir ışık vardı.

Yavaşça, havada yürüyormuş gibi süzülerek Rrnaun'un yanına geldi. Yere eğildi. O korkunç aura gitmiş, yerini anaç bir şefkate bırakmıştı.

Zarif, ince elini Rrnaun'un omzundaki o derin, kanlı yaraya koydu. Valerith: "Şşş... Sakin ol, sadık hizmetkârım."

Elinden beyaz bir ışık yayıldı. Rrnaun'un parçalanmış eti, kopmuş kasları saniyeler içinde örüldü. Yara izi bile kalmadı. Rrnaun şaşkınlıkla omzunu tuttu; acı tamamen gitmişti.

Valerith, Rrnaun'un çenesini tutup başını kaldırdı ve yüzüne gülümsedi. Valerith: "Hatanı telafi edeceksin, değil mi Rrnaun?"

Tam Rrnaun cevap verecekken, odanın kapısı sertçe açıldı. İçeriye uzun boylu, kusursuz bir siyah takım elbise giymiş, tek gözünde monokl olan, saçı geriye taranmış bir adam girdi. Bu, Kahya Sebastian'dı. Valerith'in En Sadık 5 Hizmetkârı'ndan biriydi ve Rrnaun ile aynı rütbedeydi.

Bastian, elindeki gümüş tepsiyi tutarken Rrnaun'a tiksinerek baktı. Bastian: "Ne cüretle! Gecenin bu saatinde Leydimizin uykusunu bölüyorsun Rrnaun! O kanlı çizmelerinle bu kutsal mermerleri kirlettin."

Valerith hafifçe elini kaldırdı. Valerith: "Sorun değil Sebastian. Rrnaun gidiyordu zaten."

Rrnaun ayağa kalktı, reverans yaptı ve Sebastian'ın delici bakışları altında geri geri giderek odadan çıktı.

Rrnaun çıkar çıkmaz Valerith'in yüzündeki o anaç gülümseme yerini soğuk bir ciddiyete bıraktı. Valerith: "Çıkın."

Valerith'in arkasındaki gölgeler uzadı, kıvrıldı ve yerden üç karanlık silüet yükseldi. Siyah dumanlardan oluşmuş bu varlıklar, Valerith'in arkasında diz çöktüler.

Valerith, yüzünde tekinsiz bir gülümsemeyle balkona doğru yürüdü. Valerith: "Bana Devranna'yı bulun. Dünyanın hangi deliğine girdiyse, hangi taşa dönüştüyse bulun." Arkasını dönüp gölgelere baktı. Valerith: "Ve onu canlı istiyorum. Tek bir kılına zarar gelmeyecek."

Gölgeler emri alıp sessizce yok oldular.

Valerith, balkondaki zarif sandalyeye oturdu. Başkent ayaklarının altındaydı. Rüzgâr saçlarını savuruyordu. Bastian, sessizce yanına geldi ve gümüş demlikten ince belli bir fincana buharı tüten bitki çayını doldurdu.

Valerith çayından bir yudum aldı, gözlerini ufka, Devranna'nın kaçtığı o karanlık ormanlara dikti. Dudaklarında hem özlem hem de saf kötülük barındıran bir tebessüm belirdi.

Valerith: "Demek saklambaç bitti... Canım ablam bile sonunda ortaya çıkmaya karar verdi ha? ahh sabırsızlanıyorum acaba o ölü çocukla ne yapacak."

Kendi kendine kıkırdadı. Bu ses, yaklaşan fırtınanın habercisiydi.

More Chapters