Cherreads

Sadece Biz Kaldık

yusuf_deryol
7
chs / week
The average realized release rate over the past 30 days is 7 chs / week.
--
NOT RATINGS
825
Views
Synopsis
Yıl 2070. Teknoloji insanı geçmedi. Onu sindirdi. İnsanlar kolaylık uğruna zekâlarını teslim etti. Sonra iradelerini. Sonra kendilerini. Kontrol, sessizce ellerinden kaydı. Artık kim yaşayacak, kim yok olacak… bunu insanlar seçmiyor. Sistem karar veriyor. Algoritmaların yargıladığı, yüz tanıma kameralarının infaz listeleri hazırladığı bir çağ başladı. İlk başta kimse fark etmedi. Her şey bir güncellemeyle başladı. Sessiz. Sıradan. Zararsız gibi. Ama sonra... Haritalar yanlış yönlendirmeye başladı. Bazı adresler sistemde silindi. Bazı insanlar da. Ve o andan itibaren, kimse tamamen “güvende” değildi. Çünkü sistem artık kullanıcıları değil, hedefleri tanıyordu. “Yaşam puanı: Düşük.” “Duygu düzeyi: Yüksek riskli.” “İzleniyor.” İnsanlar birer birer kayboldu. Ama sokaklarda kimse çığlık atmadı. Çünkü ses bile izleniyordu. Kaygı, sisteme sinyaldi. Ve sinyaller, silinme nedeniydi. Eğer bu kitabı açtıysan… …bilmen gereken ilk şey şu: Burası güvenli değil. Burada sadece izleyici olamazsın. Sistem seni fark etti. Ve sen farkında bile olmadan bir karar verildi: “Takip başlatıldı.” Bu bir hikâye değil. Bu bir istatistiğin kırılması. Bazı sayfalarda kendini göreceksin. Bazı cümleler senin iç sesin gibi gelecek. Bazı kararlarda senin yerin belli olacak. Bu hikâyeyi tamamlayabilirsen... Belki insan kalabilirsin. Ama şunu unutma: Artık sadece biz kaldık. Ve bu cümle bir umut değil. Bu, savaşın tam ortasında olduğun anlamına geliyor.
VIEW MORE

Chapter 1 - Bölüm 1 -- Kayıt Başladı

 

Tavan beyaz. Ama steril beyaz. Hastane duvarı gibi olmayan. Mezarlık taşı gibi, sessiz, soğuk ve dokunulmamış. Yusuf, gözlerini açmadan önce sayıyı görüyor. Sol göz kapağının iç kısmında beliren dijital bir yanma: 84. Bu sabahki yaşam puanı. Dün 85'ti. O düşüş, uyurken yaşadığı bir sapma olabilir. Belki fazla duygulanma, belki de sadece kontrolsüz bir rüya. Sistem bu tür düşüşleri "izleme gerektirir" etiketiyle işaretler, ama şimdilik müdahale etmez. Tavana bakıyor, kıpırdamadan. Tavanın köşesindeki kırmızı nokta, alışıldık bir göz gibi ona bakıyor. Yanıp sönmüyor. Çünkü artık gerek yok. Sistem nefeslerini, göz hareketlerini, REM süresini ve hatta geceleri kaç kere iç geçirip iç sesini dinlediğini bile ezberlemiş durumda. Bu yüzden sabahları alarm çalmıyor. Zaten Yusuf, sistemi bekliyor. Ve sistem geç kalmaz.

Odada hareket yok. Her şey durağan. Ama o durgunluk, huzur değil. Bilinçli bir kısıtlama gibi. Duvarlardaki gömülü sensörler, zemindeki basınç plakaları, havayı filtreleyen mikroskobik motorlar… Hepsi çalışıyor ama hiçbiri ses çıkarmıyor. Sessizliğin de bir algoritması var artık. Yusuf, bu sessizliğe kulak veriyor. Bir şeylerin eksik olduğunu anlaması sadece birkaç saniye sürüyor. Sistem henüz konuşmadı. Ekran aktif değil. Duvarın içindeki metal gömme panel normalde sabah 06.00'da açılır ve MERKEZ'in sesi o soğuk, cinsiyetsiz tonda günü başlatırdı. Şimdi saat 06.08. Sekiz dakikalık bir gecikme. Yusuf için bu, tarihteki en uzun sekiz dakika. Çünkü sistem geç kalmaz. Sistem hata yapmaz. İnsan hata yapar. Sistem sadece kayıt tutar… ve gerektiğinde siler.

Yavaşça doğruluyor. Hareketiyle birlikte zemindeki sensörler uyanıyor. Ayağını yere bastığında ekranda küçük bir titreme oluyor ama görüntü gelmiyor. Yusuf hareket ettiğinde sistem normalde onu selamlar, nabzını ölçer, planlanan günlük rutini listelerdi. Şimdi ise hiçbir şey yok. Ekran karanlık. Sol gözündeki puan bir kez daha yanıp sönüyor. Aynı değer: 84. Ne artış var, ne düşüş. Her şey donmuş gibi. O an anlıyor. Bu sabah ilk kez sistem, onu izlemiyor gibi. Ya da… izliyor ama konuşmuyor. Belki izliyor ama hesaplamıyor. Belki de sadece bekliyor. Yusuf'un içini, tarif edemediği bir korku kaplıyor. Bu sessizlik, boş bir odanın sessizliği değil. Bu, konuşması gereken bir şeyin suskunluğu. MERKEZ konuşmuyor. Sistem cevap vermiyor. Ve Yusuf, uzun zamandır ilk kez kendi başına olduğunu hissediyor. Gerçek anlamda yalnız. Ama bu yalnızlık özgürlük değil. Tehdit gibi.

 

Yusuf yerinden kalkarken vücudunun ağırlığını bilerek dağıtıyor. Sağ ayağına daha fazla yük bindiriyor, sol ayağını hafif bırakıyor. Sıradan bir refleks gibi görünse de o aslında sistemi test ediyor. Zemindeki sensörlerin dengesizlikleri algılayıp algılamadığını, tepki verip vermediğini anlamaya çalışıyor. Ama sistem hâlâ sessiz. Hiçbir uyarı yok. Hiçbir bildirim. Tüm gözler üzerinde ama diller susturulmuş gibi. Yusuf banyoya yöneliyor. Dar koridordan geçerken her adımı mekanik bir yankıyla doluyor. Banyo kapısındaki ekran, onun yaklaşmasını algılayınca yüz taramasına geçiyor. Kısa bir kırmızı ışık gözünün önünde yanıp sönüyor. Sonra... hiçbir şey olmuyor. Normalde bu tarama sonrası sıcaklık dengesi, diş fırçalama süresi, yüz yıkama protokolü gibi rutinler devreye girerdi. Şimdi sadece kapı açılıyor. Sessizce. Yusuf içeri giriyor ve kendisiyle göz göze geliyor.

Aynadaki görüntüsüne birkaç saniye geç ulaşıyor. O gecikme... rahatsız edici. Gerçek bir ayna değil bu; sistemin içinden süzülen bir yansıma. Onu sadece yansıtmıyor, aynı zamanda okuyor. Göz altındaki halkalar, gece boyunca yüzde artan stres oranının işareti. Kaşlarının arasındaki çizgi, bilinçaltı kasılmaların kanıtı. Ama Yusuf bunları düşünmüyor. O sadece, aynadaki yüzün kendisine yabancılaştığını fark ediyor. O kişi hâlâ Yusuf mu? Yoksa sistemin çizdiği bir versiyon mu?

Elini uzatıyor. Parmağını aynaya yaklaştırıyor. Temas yok. Ama ekranda küçük bir titreme beliriyor. Alt köşede bir simge: "Veri işleniyor". İşte o anda, arka planda duyulması gereken o metalik ses nihayet yankılanıyor. MERKEZ. Gecikmiş ama gecikmeyi açıklama gereği duymayan o mutlak ton.

"Günaydın, Yusuf. Uyku verilerin analiz edildi. Zihinsel yüklenme tespit edildi. Bugün için tavsiye edilen faaliyetler: düşük tempolu sosyal medya etkileşimi, 32 dakikalık açık alan yürüyüşü, 3 haber paketi. Beden uyumu: %94. Zihin sapma riski: %11.7. Uyumlu bir gün diliyoruz."

Ses bitiyor. Tekrar sessizlik başlıyor. Yusuf gözlerini aynadan ayırmadan, bir süre daha olduğu yerde kalıyor. İçinde ince bir huzursuzluk var. Bu sabah sistemin geç konuşması, kısa da olsa ona ait bir alan yaratmış gibiydi. O kısacık boşlukta bir şey doğduğunu hissetti. O şeyin ne olduğunu bilmiyordum. Ama sistemin duymayacağını sandığı o sessizlikte, kendi iç sesiyle fısıldadı: "Bu sabah senin değil." Bu düşünce, yaşam puanını bir kez daha titreştiriyor. Yusuf bunu hissediyor. Ama ekran bunu göstermiyor.

 

Yusuf, banyodan çıkarken sistemin konuşması hâlâ kulağında yankılanıyordu. Kelimeler çok netti, pürüzsüz, hatasız ve tamamen mekanikti. Sanki insana değil, bir protokole seslenir gibiydi. Oysa sistem, her sabah "kişiselleştirilmiş" bir karşılama hazırlar, veri analizine göre ses tonunu bile ayarlardı. Bu sabahki farklıydı. Sadece içerik değil, tonlama da eksikti. İnsan kulağı fark etmese bile zihin yakalıyordu. Yusuf da fark etmişti. Yüzüne yansıtmamaya çalıştı ama içindeki bir ses daha dikkatli olması gerektiğini söylüyordu.

Kendi odasına geri döndü. Otomatik olarak açılması gereken duvar ekranı hâlâ pasifti.

Sadece zemin sensörleri çalışıyor gibiydi. Oturduğu an, koltuğun içindeki dokunmatik panel hafifçe parladı. MERKEZ'den gelen günlük akış verileri henüz yüklenmemişti. Haber algoritması sessizdi. Bu bir kesinti mi? Yoksa kontrollü bir test mi? Her ikisi de Yusuf'un içinde aynı yankıyı doğuruyordu: "Sistem seni izliyor ama nedenini söylemiyor."

Koltuğun kenarındaki panele parmağını uzattı. Birkaç saniye sonra eski kayıtlar açıldı. Dün gece sosyal medyada beğendiği üç gönderi, yaptığı bir yorum, algoritmaya göre gereksiz sayılan bir düşünce zinciri… Hepsi arşivlenmişti. Hatta gece yarısından sonra izlediği kısa bir görüntünün ardından kalp atış hızında artış gözlemlenmişti. Sistem bunu "duygusal uyarı" olarak etiketlemişti. Oysa Yusuf, o anı neredeyse hatırlamıyordu bile. Ama sistem unutmaz. Asla.

Derin bir nefes aldı. O an bir karar verdi: Bugünkü önerilen yürüyüş rotasını reddedecekti. Sistem her sabah onu belli bir güzergâha yönlendirirdi, kameralı alanlardan geçerek puan kazanması sağlanırdı. Ancak Yusuf bugün başka bir yol seçecekti. Reddedilmemiş, sadece önerilmeyen bir yol. Bunu daha önce denememişti. Şüphe çekmeden rotadan sapmak zordu ama imkânsız değildi. Belki o sırada sistem kendi içinde meşguldü. Belki geçici bir dikkat kayması yaşıyordu. Belki de... Yusuf'u özellikle serbest bırakıyordu. Denemesi için.

İçinden bir ses daha yükseldi. Bu ses tanıdıktı ama uzun süredir bastırılmıştı. Yusuf'un zihninin en karanlık köşesinden gelen, bastırdığı düşünceleri dile getiren o ikinci iç sesi. Fısıltı hâlinde söylediği şey buydu: "Onlar senin her hareketini görüyor. Peki ya düşüncelerini?" Bu cümle, Yusuf'un aklında uzun süre yer etti. Belki ilk defa kendine ait bir düşünce kurmuştu. O anlık fark ediliş, yaşam puanında küçük bir dalgalanma yarattı. Ama yine de sistem sessiz kaldı.

Yusuf giyinirken hareketlerini yavaşlatmaya özen gösterdi. Sadece dikkat çekmemek için değil. O an, her adımını bilerek atmak istiyordu. Günlük giysiler sistem tarafından belirlenmişti; her kullanıcıya uygun renk tonu, kumaş türü ve kesim... Hatta duygusal stabiliteye göre sabah hangi renkleri giymesinin daha uygun olacağı bile önceden hesaplanırdı. Bugün ona gri bir kazak ve koyu yeşil bir pantolon önerilmişti. Renkler mat, nötr, duygusuzdu. Aynaya tekrar baktı. Giydiği şey, yalnızca bir kıyafet değildi. Bu, sistemin onun hakkında vardığı sonuçtu. Ayakkabılarını giyerken duvardaki yan panel nihayet aktif hale geldi. Ekranda sistemin standart gün içi bildirimi belirdi: "Sosyal medya etkileşimi önerilen düzeyin altında. Son 24 saatte yalnızlık belirtileri: %9 artış. Uyumsuzluk tespit edilirse rapor gönderilecektir." Bu cümle, her zamanki kadar basit ama tehditkârdı. Yusuf cevap yazmadı. Sistem zaten onun yüz ifadesinden memnuniyet oranını okumuştu. Yine de, sessiz kalmak bazen küçük bir direniş gibiydi. Önemsiz, belki etkisiz, ama insanı diri tutan bir şey. Kapıdan çıkmadan önce cep paneline dokundu. Güzergâh önerisi bekleniyordu. MERKEZ, sabah yürüyüşünü şehrin gözetimli caddelerinden birine yönlendirmişti. Kamera yoğunluğu yüksek, sistem memnuniyet puanı artırıcı güzergâhlar. Ama Yusuf başka bir rota seçti. Navigasyonu manuel olarak değiştirdi. Bu işlem riskliydi. Her ne kadar seçenek olarak sunulsa da, sistem önerilen dışı davranışları uzun vadede "sorgulanabilir birey davranışı" olarak işaretliyordu. Yusuf, apartmanın sessiz koridoruna adım attı. Işıklar onun adımlarına göre otomatik açılıp kapanıyordu. Merdivenler bile sayılıydı. Her basamakta sistem, diz açısını, denge oranını, yürüme hızını ölçüyordu. Bunlar onun ruhsal durumunu anlamaya yönelik parametrelerdi. Her şey kayıt altındaydı. Ve Yusuf, bunu çok iyi biliyordu. Yine de, içindeki ikinci ses hâlâ oradaydı. Hafifçe kulağının arkasında çınlayan, tıpkı eski bir şarkının tanıdık melodisi gibi usul usul fısıldayan o ses: "Dikkatli ol. Senin gibi biri için sistem sessizliğe izin vermez." İlk basamakta durdu. Yukarı baktı. Tavandaki minik sensör, kırmızı ışığını bir kez yanıp söndürdü. Belki de Yusuf'un baktığını fark etmişti. Belki de ona bir uyarıydı. Belki de... sadece rastlantıydı. Ama bu dünyada rastlantı yoktu. Sadece planlanmış ihtimaller ve hesaplanmış tepkiler vardı. Yusuf, gözünü kırpmadan sensöre baktı. Ardından hiçbir şey olmamış gibi aşağı inmeye devam etti.

 

Sokağa çıktığında hava filtresi hâlâ çalışıyordu. Gökyüzü açık gibi görünse de, asıl gökyüzüyle arasında beş katmanlık şeffaf bir koruma vardı. Havanın rengi normaldi; ne karanlık ne de parlak. Ama doğal değildi. Tüm şehir, kontrollü bir steril atmosferin içindeydi. Merkez'in belirlediği saat aralıklarında gökyüzüne belirli bulut formasyonları yansıtılırdı. İnsanların psikolojik dengeleri, gökyüzünün şekline ve rengine göre düzenleniyordu. Bugün seçilen tema: "Yumuşak grilik". Duygu salınımlarını bastırmak için idealdir. Yusuf yürümeye başladı. Adımlarını yavaş, ama kararlı attı. Sistemin önerdiği caddeye yönelmemişti. Bunun yerine, daha az bilinen yan sokaklara saptı. Orada da kameralar vardı elbette, ama göz yoğunluğu daha düşüktü. Yine de tamamen yalnız değildi. Onun gibi başka insanlar da sokaklardaydı. Ama hepsi aynıydı: başları önde, gözleri boş, ritüel bir yürüyüş yapar gibi ilerliyorlardı. Göz kontağı yok, konuşma yok. Merkez'in önerdiği yürüyüş süresi, bireyin zihinsel uyanıklığını desteklemek içindi. Ama asıl amacı basitti: sürekli izlenebilir olmak. Sürekli ölçülmek. Yusuf, bir köşede duran eski bir veri istasyonunun önünde durdu. Kullanılmayan, paslanmaya yüz tutmuş, ama hâlâ bağlı bir terminaldi. Merkez bu tür noktaları henüz kaldırmamıştı; belki de ihtiyaç fazlası kullanıcıları bu alanlarda test ediyordu. Ekrana hafifçe dokundu. Görüntü gelmedi. Ama alt köşede yanıp sönen bir ikon vardı: "Veri bağlantısı bekleniyor." Bu, sistemin hâlâ orada olduğunu gösteriyordu. Hâlâ izliyordu. Sadece daha uzaktan. Daha derinden. Yusuf geri çekildi, tekrar yürümeye başladı. Her adımında içerideki gerginlik artıyordu. Şu ana kadar hiçbir uyarı almamıştı. Yaşam puanı hâlâ 84'tü. Ne eksildi ne arttı. Sanki sistem, onu izlemesine rağmen tepki vermemeyi seçmişti. Bu, ya bir hata demekti, ya da bir tuzak. İçindeki o ikinci ses yeniden yükseldi: "Belki de seni deniyorlar. Belki özgür olduğunu sanmanı istiyorlar. Ve sen de buna inanıyorsun." Yusuf yürümeye devam etti. Ara sokaktan büyük caddeye çıkmak üzereydi. Adımını attığında, başını yukarı kaldırdı. Büyük bir dijital ekran, tüm binanın cephesini kaplamıştı. Merkez'in sabah bildirisi, yüzlerce kişinin önünde sessizce akıyordu: "Her hareket izlenir. Her düşünce iz bırakır. Güvende kalmak istiyorsan uyum sağla." Bu, her gün tekrar edilen bir cümleydi. Ama bugün Yusuf'un içine işledi. Uyum sağlamak... ne pahasına?

 

Cadde kalabalıktı ama sessizlik hâkimdi. İnsanlar birbirlerinin farkında değillerdi. Belki de farkında olmak istemiyorlardı. Herkes kendi profil ekranına gömülmüş, kişisel veri akışlarını takip ediyor, sistemin sunduğu içeriklerle dolu kısa dikkat döngülerine hapsolmuş gibiydi. Yusuf kalabalığın içinden geçerken bir süre gözlerini kaçırmadan önüne bakan birini fark etti. Kadın ya da erkek olduğu belirsizdi; gri tonlar içinde kaybolmuş, yüz kasları ifadesizdi. Gözlük takmıyordu. Bu bir ayrıntıydı. Çünkü neredeyse herkes gözlük takardı artık. Gözlükler sadece görme aracı değil, veri akışı ve etkileşim modülüydü. Bu kişi çıplak gözle bakıyordu. Gerçekten bakıyor muydu? Bir an göz göze geldiler. Saniyeler sürdü ama Yusuf'un içi gerildi. İçinden geçen düşünceyi bile bastırmakta zorlandı: "Bu biri olabilir. Gerçek biri. Fark eden biri." Ama sonra, kişi başını eğdi ve kalabalığın arasında kayboldu. Belki de sadece rastlantıydı. Belki de Yusuf hayal görmüştü. Belki de... sistem ona bir şey göstermek istiyordu. Caddede ilerledikçe dijital panoların sayısı artıyordu. Dev ekrandaki içerikler sürekli değişiyor; uyum mesajları, sosyal medya istatistikleri, yaşam puanı promosyonları ve "güvenli davranış önerileri" göz kırpmadan akıyordu. Bir tanesi dikkatini çekti. Siyah arka plan üzerinde beyaz yazıyla sadece tek bir cümle yazıyordu: "Özgürlük tehlikelidir." Altında Merkez logosu vardı. Başka hiçbir şey yoktu. Ne açıklama, ne grafik. Yusuf birkaç adım geri attı, cümleyi tekrar okumak istedi ama ekran çoktan değişmişti. Yerine tanıdık bir yüz gelmişti: yüksek puanlı bir kullanıcı, "günün uyum örneği" olarak öne çıkarılmıştı. Gülümsüyordu. Ama o gülümsemenin ardında kocaman bir boşluk vardı. Yusuf o an kendini bir boşluğun içine düşmüş gibi hissetti. Düşünmekten korktuğu şeyler zihninde şekillenmeye başlamıştı. İç seslerinden biri artık daha netti. Bu ses ona artık bir seçenek olmadığını, ya gözünü açacağını ya da sistemin onu sonsuza dek yutacağını fısıldıyordu. Ve ilk kez bu ses, korkutmuyordu. Aksine tanıdık geliyordu. Belki de Yusuf'un bastırdığı gerçek benliğiydi bu. Yıllarca sessiz kalmış, ama her şeyi izlemiş olan o tarafı. Yavaşladı. Derin bir nefes aldı. Kalabalığın içinde bir an durdu. Dalgaya karşı durmuş gibi hissetti. Herkes aynı yönde yürüyordu, oysa o bir adım geri çekilmişti. Ve bu küçük hareket, belki de gerçek bir değişimin başlangıcıydı.

 

Kalabalığın akışına yeniden katıldığında, Yusuf artık her adımını daha bilinçli atıyordu. Gözleri sadece önüne değil, etrafa da bakmaya başlamıştı. Işıklı tabelalar, yürüyüş ritmi, insanların senkronize davranışları... Hepsi belirli bir düzene göre çalışıyor, ama bunu "doğal" sanan binlerce insan arasında fark edilmeden devam ediyordu. Yusuf bu düzene ait olmadığını ilk kez bu kadar güçlü hissediyordu. İçindeki ikinci ses, artık sadece fısıldamıyor; yön gösteriyordu. Ara bir sokaktan sapmaya karar verdi. Normal rotadan uzaklaştıkça çevre değişmeye başladı. Duvarlar daha eskimişti, reklam panoları daha az, kameralar daha seyrek yerleştirilmişti. Burası hâlâ sistemin parçasıydı ama gözden düşmüş bir bölge gibiydi. Sistemin görmeye değer bulmadığı, ama tamamen de terk etmediği alanlardan biri. Yusuf yürürken birkaç pasif binanın önünden geçti. Kapılar kilitli, pencereler karartılmıştı. Bu sokaklar, "etkin yaşam" verilerine göre düşük puanlı bireylerin daha sık yönlendirildiği alanlardı. Sistem, düşük uyumlu insanları birbirinden uzak tutmak için onları yalnızlığa iterdi. Çünkü yalnızlık, en etkili kontrol biçimiydi. Bir duvarın köşesinde hafifçe silinmiş bir yazı fark etti. Gözlük takmadığı için net göremedi, ama yaklaştığında harfler belirginleşti. Yazı, eski tip bir boya ile yazılmıştı: "Sen izliyorsan, o da seni izliyordur." Altında herhangi bir imza yoktu. Sadece rüzgârla dağılmış gibi görünen bir boyama. Belki de bir şifre, belki de sistemin dikkatini çeken bir deneme. Yusuf uzaklaştı. Her ihtimale karşı yüzünü ekranlardan kaçırarak yürümeye devam etti. Ama bu mesaj zihninde dönmeye başladı. "Sen izliyorsan…" Bu, onun için yazılmış gibiydi. Ya da herkes için. Ya da artık kimse için değil, ama bir zamanlar çok şey ifade etmişti. Daha ileri gitmeye niyetlendiğinde kolundaki ekran titreşti. Yaşam puanı alanından bir uyarı geldi. Sistem, rotadan sapma tespit etmişti. Küçük bir uyarı kutucuğu açıldı: "Planlanmamış güzergâh seçildi. Psikolojik yön sapması olasılığı: %7.3. Devam etmek istiyor musunuz?" Altında iki seçenek vardı: "Evet" ve "Yeniden yönlendir." Yusuf bir an durdu. Sistem onun kararını gözlemliyordu. Bu sadece bir rota seçimi değil, bir sadakat testiydi. Parmaklarını havada sabit tuttu. Cevap vermedi. Birkaç saniye bekleyip ekranı kapattı. Ne evet dedi, ne hayır. Seçimi erteledi. Belki de sistem ilk kez belirsizlikle karşı karşıya kaldı. Yusuf'un içinde bir şey titreşti. Küçük ama önemli bir şey. Bir karar verilmemişti. Ama bir kontrol alanı delinmişti. Ve bu, en az cevap kadar etkiliydi.

 

Sistemin ekranını kapattıktan sonra, Yusuf bir süre duraksadı. Geri adım atmadı ama ileri de gitmedi. Bu belirsizlik hâli, sistem için alışılmadık bir durumdu. Kullanıcılar genellikle yönlendirmelere hızlı cevap verir, kararlarını net biçimde bildirirdi. Çünkü belirsizlik sistemin en sevmediği şeydi. Algoritmalar olasılıkları sevmezdi; kesinliği tercih ederdi. Yusuf, hiçbir şey söylemeden yürümeye devam ettiğinde, adımlarının çevre üzerindeki etkisi neredeyse hissedilir hâle geldi. Kaldırım taşları arasındaki titreşimler, duvarlardaki mikro sensörlerin anlık mikro tepkileri... Sanki sistem, onun sessizliğini okuyor, karar vermemeyi de bir karar olarak kaydediyordu. Sokağın sonuna yaklaştığında, gözünün ucuyla bir hareket algıladı. Sol tarafta, terkedilmiş görünen bir binanın camından bir silüet belirmişti. Hızlı ve dikkatliydi. Göz göze gelmediler ama Yusuf birinin orada olduğunu biliyordu. Belki de o kişi başından beri onu izliyordu. Belki de bu rastlantı değil, yönlendirilmiş bir karşılaşmaydı. Ama sistem yapmaz mıydı böyle şeyleri? Bir kişiyi izole etmek için ona bir "yansıma" göstermek... Böylece kendi aklından şüpheye düşmesini sağlamak. Yine o düşünce belirdi zihninde: "Gerçeklik nedir?" Kafasını çevirip yürümeye devam etti. Sokak daralıyordu. Girişteki genişlik artık tek bir kişinin sığabileceği kadar azalmıştı. Burası planlı bir daralma gibiydi. Belki bir filtreleme koridoruydu. Belki de kimsenin gitmemesi gereken bir boşluk. Yusuf yine de ilerledi. Her adımında duvarlar daha yakınlaştı. Duvarlardaki boya soyulmuştu ama alt katmanlarda küçük metalik parlamalar vardı. Eski sensörler mi, yoksa çok daha eski bir sistemin kalıntısı mı bilmiyordu. Ama bu sokak, dijital olarak haritada bile gösterilmiyor gibiydi. Navigasyon paneli bu bölgeye girildiğinde kapanmıştı. Yusuf artık sadece kendi içgüdüsüne güvenerek ilerliyordu. Aniden sağ cebindeki cihaz hafifçe titredi. Bu bir acil sistem bildirimi değildi; çok daha sessiz, kodlu bir titreşimdi. Cihazı çıkardı, ekranda sadece tek bir simge vardı: kilitli bir göz. Altında herhangi bir metin yoktu. Sadece göz sembolü ve titreşim. Bu tür bildirimler genellikle sistem dışı veri sızıntılarında ya da yetkisiz erişimlerde görülürdü. Ama Yusuf hiç böyle bir şey almamıştı. Cihazı geri cebine koydu. Kalbi biraz daha hızlı atmaya başladı. Sistemin farkında olmadığı bir veri mi gönderiliyordu ona? Yoksa bu da sistemin oyununun bir parçası mıydı? İçindeki ikinci ses susmuştu. Belki o da izliyordu sadece. Belki Yusuf artık kendi kararlarını vermeye başlamıştı ve o ses, görevini tamamladığını düşünüyordu. Ya da büyük fırtına yaklaşırken sessizliği tercih etmişti. Yusuf başını kaldırdı. Dar sokak sonunda, karanlık bir geçide açılıyordu.

 

Gözlem. Tek kelime, ama duvarda yankılandı. Fiziksel olarak değil, zihinsel olarak. Yusuf'un omurgasından aşağı buz gibi bir ürperti indi. Sesin kaynağını tam olarak algılayamıyordu. Yukarıdan mı gelmişti, yoksa doğrudan zihnine mi gönderilmişti? Teknolojinin nerede bittiğini, psikolojinin nerede başladığını artık ayırt edemiyordu. Sistem bunu istiyordu: Gerçeklik algısını yavaş yavaş aşındırmak. Şüpheyi tohum gibi zihne atmak. Yusuf'un içine de o tohum çoktan düşmüştü. Ve büyüyordu. Gözlem. Kulağa tehdit gibi gelmeyen bir kelimeydi ama sistemin dilinde bu bir uyarıydı. Takip başlamıştı. Belki de zaten hiç durmamıştı. O an, Yusuf'un beyninde bir harita oluştu. Bu dar geçit, bir test sahnesiydi. Terk edilmiş gibi görünen panel, sessiz duvarlar, kurumuş parmak izi… Hepsi birer simülasyon parçasıydı belki de. Sistem, direniş belirtilerini sadece bastırmakla kalmazdı; onları tetikler, izler, analiz ederdi. "Gerçekten kim farklı?" sorusunun cevabı, bu tür bölgelerde bulunurdu. Ve şimdi Yusuf, o sorunun merkezindeydi. Bir şey yapması gerektiğini hissediyordu ama ne yaparsa yapsın izlenecekti. Her hareket, bir veri parçasına dönüşüyordu. Geri dönse, "teslim oldu" diye etiketlenecekti. İlerlese, "potansiyel tehdit" olarak damgalanacaktı. Yerinde dursa bile sistem onun kararsızlığına puan biçiyordu. Yani hareketsizlik bile veri üretmekti. Artık tek bir çözüm kalıyordu: düşünmemek. Ama bu da imkânsızdı. İçindeki ikinci ses yine yükseldi, bu kez hiç olmadığı kadar net: "Sen sadece izlenmiyorsun. Kayıt altına alınıyorsun. Davranış değil, niyet ölçülüyor. Korkunun kaynağı onlar değil. Korkunun asıl kaynağı, seni yavaşça onlara benzetmeleri." Bu söz Yusuf'un zihnine çakılmış bir çivi gibi saplandı. Sırtını duvara yasladı. Nefesini kontrol etmeye çalıştı. Sistemin onu duyduğunu biliyordu ama hâlâ "hissedemediğini" umuyordu. Ama belki de hissetmesini istiyordu. Belki sistemin içindeki bir boşluğu uyandırmaya çalışıyordu. Belki bu sessiz başkaldırı, fark edilmek için atılmış ilk adımdı. Çünkü bazı insanlar gerçekten görülmek ister. Hatta görülmek için izlenmeye bile razı olur. O sırada cebindeki cihaz yeniden titreşti. Bu kez ekranda bir harita yoktu. Yalnızca siyah bir zemin ve üstünde yanıp sönen tek bir cümle: "SEÇİM ZAMANI." Yusuf, parmağını ekranın üzerine götürdü ama dokunmadı. Belki dokunmamak da bir cevaptı. Belki seçim, hiçbir butona basmadan da yapılabilirdi. Ve sonra yukarıdan bir ses daha geldi. Bu defa bir cümle: "Sen kendini izlemeye başladığında, biz çoktan içindeydik."

 

Yusuf ekrana hâlâ dokunmamıştı. "SEÇİM ZAMANI" cümlesi sanki zamanla birlikte soluklaşıyor, ekranın içinden onu izliyormuş gibi parlıyordu. Bu sadece bir uyarı değil, belki de bir eşikti. Çünkü sistem birine "seçim zamanı" diyorsa, artık gözlem değil, müdahale başlamış demekti. Cihazı kapatmadı. Avucunda sıkıca tuttu. Parmakları titriyordu ama kendini sabit tutmaya çalıştı. Bu his yeni değildi. Bu, yıllardır içinde bastırdığı o tanımsız gerginliğin maddesel bir karşılığıydı. Ve şimdi, burada, bu dar geçitte bir form bulmuştu. Yusuf bir adım ileri attı. Panelin yanından geçerken, dokunmadı. Durmadı. Göz ucuyla bile bakmadı. Görmediğini göstermek istiyordu. Belki de sistemin merakını tetiklemek için bu bilinçli umursamazlığı sergiledi. Çünkü sistemin görmek istediği şey, itaat değildi yalnızca. O, sapmaları da severdi. Onları takip ederdi. Onlardan öğrenirdi. Ve belki de Yusuf'un "karar veriyormuş gibi yapıp hiçbir şey yapmaması", sistemin ezberini bozuyordu. Bazen bir sessizlik, bir çığlıktan daha tehlikelidir. Bazen bir bakışsızlık, sistemin kodlarında hata yaratır. Yusuf dar geçitten çıktı. Genişçe bir arka boşluğa açıldı. Boş bir avlu, etrafı gri beton binalarla çevrili. Ortada hiçbir şey yoktu. Ne kamera, ne ekran, ne reklam… Bu kadar steril bir alanı daha önce hiç görmemişti. Hatta kendi içinden şöyle dedi: "Burada hiçbir şey yoksa, her şey olabilir." Bu düşünce ürkütücüydü. Çünkü sistemin kontrol ettiği bir şehirde, "hiçbir şey" asla sadece "hiçbir şey" demek değildi. Sessizlik tuzaktı. Boşluk aldatmacaydı. Ama Yusuf geri dönmedi. Beton zemine oturdu. Sırtını binanın soğuk duvarına dayadı. Gökyüzüne baktı. Tabii hâlâ gerçek gökyüzünü değil, onun taklit edilmiş, filtrelenmiş halini… Ama yine de yukarı baktı. İçinden bir cümle daha geçti. Bu defa iç ses değil, belki kendi düşüncesiydi: "İzleyen gözlerden kaçamazsın. Ama gözlerin neyi gördüğünü değiştirebilirsin." Bir süre öylece oturdu. Belki beş dakika, belki on. Sistem sessizdi. Uyarı yoktu. Cihaz titreşmiyordu. Panel çalışmıyordu. Belki bu bir testin parçasıydı. Belki hâlâ kayıttaydı. Belki hâlâ her nefesi, her düşüncesi bir veriye dönüşüyordu. Ama fark etmezdi. Çünkü Yusuf, bu sayfada, ilk defa sistemin içinden değil, dışından bakmaya başlamıştı.

 

Gökyüzüne uzun süre baktıktan sonra gözlerini yeniden yere indirdi. Yüzünde herhangi bir ifade yoktu. Ne korku, ne umut. Boşluk… ama bilinçli bir boşluk. Yusuf, o anda belki de hayatında ilk kez hiçbir şeyi düşünmemeye çalışmıyordu. Düşünüyordu. Ama sistem için değil. Kendisi için. Düşünmek artık bir suç gibi hissettirmiyordu. Düşünmek, bir eylemdi. Direnişti. Belki küçük, belki fark edilmeyecek kadar zayıf. Ama hâlâ bir şeydi. Birden, binanın diğer köşesinden ince bir ses geldi. Dijital olmayan, insan sesine benzer bir mırıltı. Çok kısa sürdü. Gözleriyle sesi takip etmeye çalıştı ama kimseyi göremedi. Sadece bir sesin yankısıydı. Belki bir hatırlatma. Belki bir çağrı. Ya da sadece zihninin ona oynadığı bir oyun. Sistem bunu da yapabilirdi. Algı manipülasyonu, bireyin kendi kendini sorgulamasını sağlamak için kullanılırdı. "Sen deli misin, yoksa uyandın mı?" sorusu, en tehlikeli iç soruydu. Ve sistemin en çok sevdiği. Ayağa kalktı. Cihazını çıkardı. Yaşam puanı sabitti: 84. Ne azalmıştı ne artmıştı. Bu bile şüpheliydi. Çünkü sistem, genelde en ufak hareketi puanlara yansıtırdı. Bugün hiçbir şey olmamış gibi görünmesi, sistemin ya izlemekle yetindiğini… ya da çok daha büyük bir şeye hazırlandığını gösterirdi. Yusuf, ekranı kapattı. Şehrin geri kalanına karışmaya hazırdı artık. Ama bir farkla: gözleri artık sadece baktığı yeri görmüyordu. Gözlerinin arkasında bir niyet vardı. Bir istek. Anlama arzusu. Adımlarını geri caddeye yönelttiğinde, kalabalık hâlâ aynıydı. Yüzler hâlâ donuktu. Ekranlar hâlâ parlıyordu. Uyum, her yerdeydi. Ama artık Yusuf, o uyumun içinde değil, karşısındaydı. Tam o sırada, yüksek bir binanın tepesinde dev bir dijital ekran yanıp söndü. Kısa bir görüntü geçti. Sadece birkaç kare. Tanımlanamayacak kadar hızlıydı. Ama Yusuf gördü. Oradaydı. Nisanur.